• İlahiler
  • Siyer
  • İlmihal
  • SEÇENECEKLER

    2 Nisan 2022 Cumartesi


    Ramazanda tan yeri ağırmadan önce belirli bir saatte kalkarve yemek yeriz. Yemek için kalktığımız vakte ''Sahur Vakti'' denir. Yediğimiz yemeğe de ''Sahur yemeği'' denir.Peygamberimiz de, ''Sahurda yemek yiyiniz, çünkü sahur yemeğinde bereket vardır.''(Buhari,Savm,20) buyurarak sahura kalkmamızı tavsiye etmiştir.

    Sahur vaktinin sonuna kadar sahur yemeği yenebilir. Sahur yemeği yedikten sonra ''Niyet ettim Allah rızası için bugünkü ramazan orucumu tutmaya'' diyerek oruca niyet ederiz.Niyetin mutlaka sözlerle yapılması şart deildir. Sahura kalkmak, oruç tutacağınıiçinden geçirmekte niyet olarak kabul edilir.

    Tan yerin ağırmasıyla orucun başladığı vakte ''İMSAK'' denir. Bundan sonra iftara kadar birşey yiyip içilmez.

    Güneş batıp akşam ezanı okunduğunda orucumuzu açarız. Orucumuzu açmaya ''İFTAR'' yediğimiz yemeğe ise ''İFTAR YEMEĞİ'' denir. Oruç ibadetini tamamlayıp iftar vaktine yetişenler, bundan büyük sevinç duyarlar. Rasulullah Aleyhisselatüvesselam şöyle buyurmaktadır: ''Oruçlunun iki sevinci vardır: Biri iftar ettiği vakit,diğeri Allah'a kavuştuğu zamandır.''(Buhari,Savm,9)

    Orucun bireysel ve toplumsal bir çok faydası vardır. Oruç, irademizin güçlenmesine, disiplinli bir yaşam alışkanlığı edinmemize ve sabırlı olmamıza katkı sağlar. Oruçluyken kötülüklerden kaçınmaya, iyi ve güzel davranışlar yapmaya daha fazla özen gösteririz. Böyle oluncada Allah günahlarımızı bağışlar ve bizleri ödüllendirir. Bu konuda Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: '' Bir kimse inanarak ve mükafatını umarak ramazan orucunu tutarsa geçmiş günahları bağışlanır''.(Buhari,Savm,6)

    SAHUR İMSAK VE İFTAR


    Ramazanda tan yeri ağırmadan önce belirli bir saatte kalkarve yemek yeriz. Yemek için kalktığımız vakte ''Sahur Vakti'' denir. Yediğimiz yemeğe de ''Sahur yemeği'' denir.Peygamberimiz de, ''Sahurda yemek yiyiniz, çünkü sahur yemeğinde bereket vardır.''(Buhari,Savm,20) buyurarak sahura kalkmamızı tavsiye etmiştir.

    Sahur vaktinin sonuna kadar sahur yemeği yenebilir. Sahur yemeği yedikten sonra ''Niyet ettim Allah rızası için bugünkü ramazan orucumu tutmaya'' diyerek oruca niyet ederiz.Niyetin mutlaka sözlerle yapılması şart deildir. Sahura kalkmak, oruç tutacağınıiçinden geçirmekte niyet olarak kabul edilir.

    Tan yerin ağırmasıyla orucun başladığı vakte ''İMSAK'' denir. Bundan sonra iftara kadar birşey yiyip içilmez.

    Güneş batıp akşam ezanı okunduğunda orucumuzu açarız. Orucumuzu açmaya ''İFTAR'' yediğimiz yemeğe ise ''İFTAR YEMEĞİ'' denir. Oruç ibadetini tamamlayıp iftar vaktine yetişenler, bundan büyük sevinç duyarlar. Rasulullah Aleyhisselatüvesselam şöyle buyurmaktadır: ''Oruçlunun iki sevinci vardır: Biri iftar ettiği vakit,diğeri Allah'a kavuştuğu zamandır.''(Buhari,Savm,9)

    Orucun bireysel ve toplumsal bir çok faydası vardır. Oruç, irademizin güçlenmesine, disiplinli bir yaşam alışkanlığı edinmemize ve sabırlı olmamıza katkı sağlar. Oruçluyken kötülüklerden kaçınmaya, iyi ve güzel davranışlar yapmaya daha fazla özen gösteririz. Böyle oluncada Allah günahlarımızı bağışlar ve bizleri ödüllendirir. Bu konuda Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: '' Bir kimse inanarak ve mükafatını umarak ramazan orucunu tutarsa geçmiş günahları bağışlanır''.(Buhari,Savm,6)



        Oruç: tan yeri ağarmaya başlamasından güneş batıncaya kadarinsanın yeme, içme gibi bazı bedensel isteklerinden uzak durmasıdır.
    Oruç; ergenlik çağına girmiş, akıllı ve sağlıklı müslümanlara farzdır. Orucun farz bir ibadet olduğu Kur'an'da şöyle dile getirilmiştir: '' Ey İnananlar! Allah'a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi sizlerede farz kılınmıştır.(Bakara Suresi 183) Sağlık durumu elverişli olmayanlar, yolculuğa çıkanlar, hamile ve bebekli kadınlar oruç tutmakla sorumlu tutulmamıştır. Bu kişiler oruç tutabilecek duruma geldiklerinde tutamadıkları gün sayısınca oruç tutarlar. Buna kaza orucu da denir. Kur'an'da bu konuyla ilgili olarak şöyle buyrulur: ''...Kim hasta olur yahur yolculukta bulunursatutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutsun(kaza etsin). Allah sizin içi,n kolaylıkister,güçlük istemez''..(Bakara Suresi 185).Sürekli sağlık sorunu ve yaşlılık gibi nedenlerle oruç tutamayanlar ise fidye verirler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:''...Oruç tutmaya güç yetiremeyenlere bir fakiri doyuracak kadar fidye gerekir..(Bakara Suresi 184)  Fidye bir yoksulun bir günlük yiyecek ihtiyacını karşılayacak para veya maldır.
    Oruç tutmaya niyet eden birinin bilerek birşey yemesi veya içmesi orucu bozar. Unutarak birşey yiyip içmesiorucu bozmaz. Ağzı su ile çalkalamak, banyo yapmak,dişleri fırçalamak,güzel kokular koklamak, kan vermekte orucu bozmaz.
    Oruçla ilgili Rasulullahın hadisleri bize bir çok yol göstermektedir nitekim bunlardan birisi ''Kim kötü söz ve davranışları bırakmazsa onun yeme ve içmesini terk etmesine Allah'ın ihtiyacı yoktur'' (Buhari savm 8)

     

    ORUÇ VE ÖNEMİ



        Oruç: tan yeri ağarmaya başlamasından güneş batıncaya kadarinsanın yeme, içme gibi bazı bedensel isteklerinden uzak durmasıdır.
    Oruç; ergenlik çağına girmiş, akıllı ve sağlıklı müslümanlara farzdır. Orucun farz bir ibadet olduğu Kur'an'da şöyle dile getirilmiştir: '' Ey İnananlar! Allah'a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi sizlerede farz kılınmıştır.(Bakara Suresi 183) Sağlık durumu elverişli olmayanlar, yolculuğa çıkanlar, hamile ve bebekli kadınlar oruç tutmakla sorumlu tutulmamıştır. Bu kişiler oruç tutabilecek duruma geldiklerinde tutamadıkları gün sayısınca oruç tutarlar. Buna kaza orucu da denir. Kur'an'da bu konuyla ilgili olarak şöyle buyrulur: ''...Kim hasta olur yahur yolculukta bulunursatutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutsun(kaza etsin). Allah sizin içi,n kolaylıkister,güçlük istemez''..(Bakara Suresi 185).Sürekli sağlık sorunu ve yaşlılık gibi nedenlerle oruç tutamayanlar ise fidye verirler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:''...Oruç tutmaya güç yetiremeyenlere bir fakiri doyuracak kadar fidye gerekir..(Bakara Suresi 184)  Fidye bir yoksulun bir günlük yiyecek ihtiyacını karşılayacak para veya maldır.
    Oruç tutmaya niyet eden birinin bilerek birşey yemesi veya içmesi orucu bozar. Unutarak birşey yiyip içmesiorucu bozmaz. Ağzı su ile çalkalamak, banyo yapmak,dişleri fırçalamak,güzel kokular koklamak, kan vermekte orucu bozmaz.
    Oruçla ilgili Rasulullahın hadisleri bize bir çok yol göstermektedir nitekim bunlardan birisi ''Kim kötü söz ve davranışları bırakmazsa onun yeme ve içmesini terk etmesine Allah'ın ihtiyacı yoktur'' (Buhari savm 8)

     


    Günleri, geceleri, haftaları ya da ayları değerli kılan, bu zamanlarda meydana gelen önemli olaydır. Ramazan ayı da değerini, bu ayda indirilmeye başlanan Kur'an-ı Kerim ve onda tutulan oruçtan alır.

    Kur'an-ı Kerim, Ramazanın içinde yer alan Kadir Gecesi'nde indirilmeye başlamıştır. Bu durum Kur'an'da şöyle ifade edilmiştir: ''Ramazan ayı, insanlara yol gösteren, hidayeti, doğruyu ve yanlışı ayırt edip açıklayan Kur'an'ın indirildiği aydır...''(Bakara Suresi:185) Bu nedenle Ramazan ayı Kur'an ile özdeleştirilmiş ve ''Kur'an ayı'' denilmiştir.

    Ramazanı önemli kılan diğer bir etken de İslam'ın temel ibadetlerinden biri olan orucun bu ayda tutuluyor olmasıdır. Bu nedenle Ramazan, ''Oruç ayı'' olarak da nitelendirilmiştir.

    Oruç hicretin ikinci senesinde farz kılınmıştır. Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de, ''...Öyle ise içinizden kim bu aya (ramazanna) onda oruç tutsun''... (Bakara Suresi 185) buyurarak orucu farz kılmıştır.

    Hz Muhammed de (Sallallahu Aleyhivesellem), ''Ramazan ayı geldi. Bu ay, Allah'ın oruç tutmayı farz kıldığı mübarek bir aydır...'' (Kaynak: Nesai,Siyam,5) Buyurmuştur.Müslümanlar bu emre uyarak ramazan ayında oruç tutarlar. Ayrıca ramazan ayı ''başlangıcı rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden kurtuluş olan ay'' olarakta bilinmektedir. 

    Ramazan ayının toplumumuzda öenmli bir yeri vardır. Onu karşılamak için de çeşitli hazırlıklar yapılır. Ramazan ayıyaklaşınca evler, mescidler, camiler ve sokaklar temizlenir. Mahyalarla süslenen camiler teravih namazı için gelenlerle dolar. 

    RAMAZAN AYI VE ÖNEMİ


    Günleri, geceleri, haftaları ya da ayları değerli kılan, bu zamanlarda meydana gelen önemli olaydır. Ramazan ayı da değerini, bu ayda indirilmeye başlanan Kur'an-ı Kerim ve onda tutulan oruçtan alır.

    Kur'an-ı Kerim, Ramazanın içinde yer alan Kadir Gecesi'nde indirilmeye başlamıştır. Bu durum Kur'an'da şöyle ifade edilmiştir: ''Ramazan ayı, insanlara yol gösteren, hidayeti, doğruyu ve yanlışı ayırt edip açıklayan Kur'an'ın indirildiği aydır...''(Bakara Suresi:185) Bu nedenle Ramazan ayı Kur'an ile özdeleştirilmiş ve ''Kur'an ayı'' denilmiştir.

    Ramazanı önemli kılan diğer bir etken de İslam'ın temel ibadetlerinden biri olan orucun bu ayda tutuluyor olmasıdır. Bu nedenle Ramazan, ''Oruç ayı'' olarak da nitelendirilmiştir.

    Oruç hicretin ikinci senesinde farz kılınmıştır. Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de, ''...Öyle ise içinizden kim bu aya (ramazanna) onda oruç tutsun''... (Bakara Suresi 185) buyurarak orucu farz kılmıştır.

    Hz Muhammed de (Sallallahu Aleyhivesellem), ''Ramazan ayı geldi. Bu ay, Allah'ın oruç tutmayı farz kıldığı mübarek bir aydır...'' (Kaynak: Nesai,Siyam,5) Buyurmuştur.Müslümanlar bu emre uyarak ramazan ayında oruç tutarlar. Ayrıca ramazan ayı ''başlangıcı rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden kurtuluş olan ay'' olarakta bilinmektedir. 

    Ramazan ayının toplumumuzda öenmli bir yeri vardır. Onu karşılamak için de çeşitli hazırlıklar yapılır. Ramazan ayıyaklaşınca evler, mescidler, camiler ve sokaklar temizlenir. Mahyalarla süslenen camiler teravih namazı için gelenlerle dolar. 

     İslamiyet'in, muzdarib insanlığa neler getirdiğini ve Hazret-i Muhammed'in tebliğ eylediği İslam talimatının beşeriyete nice hizmetleri olduğunu layıkıyla anlayabilmek için, o zaman ki dünya ahvaline şöyle umumi bir nazar atfetmek yerinde olur. Miladi altıncı asırda, dünyanın üstünü kalın siyah bulutlar kaplamıştı. Dünyada insanlığın en muhtaç olduğu iey huzur ve sükun, asayiş ve emniyet kalkmış gibi idi. Dünyanın bir çok köşeleri kanlı boğuşmalara sahne oldu.


    Şöyleki: İspanya ve Cenubi Fransa'da saltanat davaları yüzünden siyasi boğuşmalar, kargaşalıklar vardı. Fransa'da Vizigotlarla Franklar  arasındaki nizalar, tarihin en hazin sahifelerine yazılıyordu. Anglo Saksonlar İngiltere adasını istila etmişlerdi. Orada da kanlı boğuşmalar oluyordu. Bu gün sanat ve medeniyet kaynağı İngiltere, o zaman vahşet içinde idi. Koyu bir zulüm ve zulmet içinde bocalıyordu. İtalya'da Romalılar eski şöhret ve ehemmiyetini kaybetmiş, o koca imparatorluğun merkezi olan Roma şehri, sırf dini bir merkez haline gelmişti. Bir Roma - Germen milleti camiasıyapmak, yeni bir Garbi Roma İmparatorluğu kurmak isteyen Teodorik bunu yapamadan ölmüş; dahili ve harici entrikalarla sarsıldıktan sonra Roma'da kurduğu bu Germen-Got hakimiyeti nihayet bulmuştu. Bu hakimiyetin hudutları Sicilya'dan Tuna kaynaklarına ve Dalmaçya Alplerine kadar uzanan sahalarda bulunuyordu. Bizans eski tarihi şöhreti silinmiş, sönük bir halde idi. Şarki avrupa garpten, Ren nehrinin döküldüğü yerden başlayacak doğuda Tuna'nın ağzına kadar kargaşalık içinde çalkalanıyor,yeni yeni istilalara maruz bulunuyordu.

    İSLAMIN ZUHURU SIRASINDAKİ DÜNYA AHVALİNE UMUMİ BİR BAKIŞ

     İslamiyet'in, muzdarib insanlığa neler getirdiğini ve Hazret-i Muhammed'in tebliğ eylediği İslam talimatının beşeriyete nice hizmetleri olduğunu layıkıyla anlayabilmek için, o zaman ki dünya ahvaline şöyle umumi bir nazar atfetmek yerinde olur. Miladi altıncı asırda, dünyanın üstünü kalın siyah bulutlar kaplamıştı. Dünyada insanlığın en muhtaç olduğu iey huzur ve sükun, asayiş ve emniyet kalkmış gibi idi. Dünyanın bir çok köşeleri kanlı boğuşmalara sahne oldu.


    Şöyleki: İspanya ve Cenubi Fransa'da saltanat davaları yüzünden siyasi boğuşmalar, kargaşalıklar vardı. Fransa'da Vizigotlarla Franklar  arasındaki nizalar, tarihin en hazin sahifelerine yazılıyordu. Anglo Saksonlar İngiltere adasını istila etmişlerdi. Orada da kanlı boğuşmalar oluyordu. Bu gün sanat ve medeniyet kaynağı İngiltere, o zaman vahşet içinde idi. Koyu bir zulüm ve zulmet içinde bocalıyordu. İtalya'da Romalılar eski şöhret ve ehemmiyetini kaybetmiş, o koca imparatorluğun merkezi olan Roma şehri, sırf dini bir merkez haline gelmişti. Bir Roma - Germen milleti camiasıyapmak, yeni bir Garbi Roma İmparatorluğu kurmak isteyen Teodorik bunu yapamadan ölmüş; dahili ve harici entrikalarla sarsıldıktan sonra Roma'da kurduğu bu Germen-Got hakimiyeti nihayet bulmuştu. Bu hakimiyetin hudutları Sicilya'dan Tuna kaynaklarına ve Dalmaçya Alplerine kadar uzanan sahalarda bulunuyordu. Bizans eski tarihi şöhreti silinmiş, sönük bir halde idi. Şarki avrupa garpten, Ren nehrinin döküldüğü yerden başlayacak doğuda Tuna'nın ağzına kadar kargaşalık içinde çalkalanıyor,yeni yeni istilalara maruz bulunuyordu.

    8 Aralık 2021 Çarşamba




    İlkbakış - O Gün (Kıyamet)




    22 Temmuz 2021 Perşembe

     <iframe src="https://xat.com/embed/chat.php#id=174570769&gn=ilahikasideler" width="650" height="486" frameborder="0" scrolling="no"></iframe><br><small><a target="_BLANK" href="https://xat.com/web_gear/chat/embed.php?id=174570769&GroupName=ilahikasideler">Get ilahikasideler chat group</a> | <a target="_BLANK" href="https://xat.com/ilahikasideler"> Goto ilahikasideler website</a></small><br

    ilahikasideler

     <iframe src="https://xat.com/embed/chat.php#id=174570769&gn=ilahikasideler" width="650" height="486" frameborder="0" scrolling="no"></iframe><br><small><a target="_BLANK" href="https://xat.com/web_gear/chat/embed.php?id=174570769&GroupName=ilahikasideler">Get ilahikasideler chat group</a> | <a target="_BLANK" href="https://xat.com/ilahikasideler"> Goto ilahikasideler website</a></small><br

    22 Temmuz 2018 Pazar

    Şit (Şis) Aleyhisselam

    Âdem aleyhisselamdan sonra gönderilen peygamber. Âdem aleyhisselamın oğludur. Âdem aleyhisselamın oğullarından Hâbil ile Kâbil arasında çıkan anlaşmazlık netîcesinde Kâbil, Hâbil’i öldürünce, Allahü teâlâ, hazret-i Âdem’e, Hâbil’e karşılık ihsân olarak, yeni bir oğul verdi. Âdem aleyhisselamın bütün çocukları ikiz olarak doğduğu hâlde, Şit aleyhisselam tek doğdu. Şit adı verilen yeni oğlun ismi İbrânice olup, Arapça karşılığı “Allah’ın hîbesi” mânâsınadır. İsmine “Şis” de denilmiştir.

    Âdem aleyhisselamın oğullarından Kâbil, Hâbil’i şehit ettikten sonra doğmuş olan Şît aleyhisselam, son peygamber Muhammed aleyhisselamın nûrunu alnında taşıyordu. Bu sebeple Âdem aleyhisselam onu pek fazla seviyordu. Bütün evlâdı üzerine onu reis yaptığı gibi, vefat edeceği sırada da bütün yeryüzünün halîfeliğine onu tâyin etti. Bu hususta vasiyette bulundu. Ayrıca ilâhî sırları bildirip, bütün ilimleri öğretti.

    Peygamber efendimizin nûruyla ilgili olarak oğlu Şît aleyhisselama şöyle vasiyyet etti: “Oğlum! Alnında parlayan bu nûr, son peygamber olan Muhammed aleyhisselamın nûrudur. Bu nûru mümin, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyet et.”

    Şit, bu vasiyet üzerine sâlihâ bir kızla evlendi. Sonra evlâtlarına da böyle vasiyet ettiler. Onlar da bu vasiyete uyup öylece devâm ettiler.

    Âdem aleyhisselamın vefatından sonra, Allahü teâlâ, Şit aleyhisselama peygamberlik verdi. Elli sayfa (forma) küçük kitap indirdi. Bu kitaplarda hikmet ilmi, matematik, sanâyi bilgileri, kimyâ ilmi ve daha birçok şeyler bildirilmişti.

    Şit aleyhisselam zamânında insanlar çoğalıp, her tarafa yayıldılar. Onlara Allahü teâlânın emirlerini bildirip îmân etmeye çağırdı.

    Şit aleyhisselamın dîninin esasları, Âdem aleyhisselamın bildirdiği dînin esaslarına uygundu. Şit aleyhisselam ekseriyâ Şam’da ikâmet edip, insanlara, Allahü teâlâya îmân etmeyi ve emirlerine uymayı bildirerek tebliğ vazîfesini yaptı. Bin şehir kurup, hudutlarını tespit etti. Şit aleyhisselamın çocukları ve torunları îmâr ettikleri şehirlerde yaşayıp, Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle meşgul oldular. Gâyet huzurlu bir hayat sürdüler. Aralarında düşmanlık buğz ve haset yoktu. Kötülüklerden, haramlardan ve isyândan uzak dururlardı.

    Şit aleyhisselam, Şam’dan Yemen tarafına gidip, azgın ve sapık bir hâlde yaşayan Kâbil’in oğullarını Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye dâvet etti. Fakat bu kavim, Şit aleyhisselamın dâvetini kabul etmeyip, sapıklıklarında ısrâr ettiler. Şit aleyhisselam, onlarla savaş yaptı. Bu savaşta kılıç kullandı. İlk kılıç kullanan odur. Yemendeki bu azgın kavmin bir kısmını kılıçtan geçirdi, bir kısmını da esir aldı. Babası, Âdem aleyhisselamla veya kardeşleriyle Kâbe’yi balçık çamuru kullanarak taştan yaptı.

    Son peygamber olan Muhammed aleyhisselamın nûru Şit aleyhisselamdan onun oğlu Enûş’a geçti. Şit aleyhisselam, oğlu Enûş’a, babası Âdem aleyhisselamın, Muhammed aleyhisselamın nûruyla ilgili olarak kendisine yaptığı vasiyeti yaptı ve Enûş’u yeryüzüne halîfe tâyin ederek vefat etti. Ömrünün dokuz yüz on iki veya dokuz yüz elli yâhut da dokuz yüz sene olduğu rivâyet edilmiştir. Peygamberliğininse, iki yüz seksen iki veya iki yüz on iki yâhut da iki yüz kırk iki sene olduğu rivâyet edilmiştir.

    Şit aleyhisselamdan sonra, çoğalarak yeryüzüne dağılan insanlar, zamanla doğru yoldan uzaklaşıp, çok azgınlık gösterdiler. Allahü teâlâ onlara İdrîs aleyhisselamı peygamber olarak gönderdi.

    Şit aleyhisselam Âdem aleyhisselamın öteki evlâtlarının hepsinden güzel ve fazîletliydi. Sûret ve sîrette yâni hâl ve yaşayışta tıpkı babasına benzediği için Âdem aleyhisselam onu diğer evlâtlarından çok severdi.

    HZ ŞİT ALEYHİSSELAM

    Şit (Şis) Aleyhisselam

    Âdem aleyhisselamdan sonra gönderilen peygamber. Âdem aleyhisselamın oğludur. Âdem aleyhisselamın oğullarından Hâbil ile Kâbil arasında çıkan anlaşmazlık netîcesinde Kâbil, Hâbil’i öldürünce, Allahü teâlâ, hazret-i Âdem’e, Hâbil’e karşılık ihsân olarak, yeni bir oğul verdi. Âdem aleyhisselamın bütün çocukları ikiz olarak doğduğu hâlde, Şit aleyhisselam tek doğdu. Şit adı verilen yeni oğlun ismi İbrânice olup, Arapça karşılığı “Allah’ın hîbesi” mânâsınadır. İsmine “Şis” de denilmiştir.

    Âdem aleyhisselamın oğullarından Kâbil, Hâbil’i şehit ettikten sonra doğmuş olan Şît aleyhisselam, son peygamber Muhammed aleyhisselamın nûrunu alnında taşıyordu. Bu sebeple Âdem aleyhisselam onu pek fazla seviyordu. Bütün evlâdı üzerine onu reis yaptığı gibi, vefat edeceği sırada da bütün yeryüzünün halîfeliğine onu tâyin etti. Bu hususta vasiyette bulundu. Ayrıca ilâhî sırları bildirip, bütün ilimleri öğretti.

    Peygamber efendimizin nûruyla ilgili olarak oğlu Şît aleyhisselama şöyle vasiyyet etti: “Oğlum! Alnında parlayan bu nûr, son peygamber olan Muhammed aleyhisselamın nûrudur. Bu nûru mümin, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyet et.”

    Şit, bu vasiyet üzerine sâlihâ bir kızla evlendi. Sonra evlâtlarına da böyle vasiyet ettiler. Onlar da bu vasiyete uyup öylece devâm ettiler.

    Âdem aleyhisselamın vefatından sonra, Allahü teâlâ, Şit aleyhisselama peygamberlik verdi. Elli sayfa (forma) küçük kitap indirdi. Bu kitaplarda hikmet ilmi, matematik, sanâyi bilgileri, kimyâ ilmi ve daha birçok şeyler bildirilmişti.

    Şit aleyhisselam zamânında insanlar çoğalıp, her tarafa yayıldılar. Onlara Allahü teâlânın emirlerini bildirip îmân etmeye çağırdı.

    Şit aleyhisselamın dîninin esasları, Âdem aleyhisselamın bildirdiği dînin esaslarına uygundu. Şit aleyhisselam ekseriyâ Şam’da ikâmet edip, insanlara, Allahü teâlâya îmân etmeyi ve emirlerine uymayı bildirerek tebliğ vazîfesini yaptı. Bin şehir kurup, hudutlarını tespit etti. Şit aleyhisselamın çocukları ve torunları îmâr ettikleri şehirlerde yaşayıp, Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle meşgul oldular. Gâyet huzurlu bir hayat sürdüler. Aralarında düşmanlık buğz ve haset yoktu. Kötülüklerden, haramlardan ve isyândan uzak dururlardı.

    Şit aleyhisselam, Şam’dan Yemen tarafına gidip, azgın ve sapık bir hâlde yaşayan Kâbil’in oğullarını Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye dâvet etti. Fakat bu kavim, Şit aleyhisselamın dâvetini kabul etmeyip, sapıklıklarında ısrâr ettiler. Şit aleyhisselam, onlarla savaş yaptı. Bu savaşta kılıç kullandı. İlk kılıç kullanan odur. Yemendeki bu azgın kavmin bir kısmını kılıçtan geçirdi, bir kısmını da esir aldı. Babası, Âdem aleyhisselamla veya kardeşleriyle Kâbe’yi balçık çamuru kullanarak taştan yaptı.

    Son peygamber olan Muhammed aleyhisselamın nûru Şit aleyhisselamdan onun oğlu Enûş’a geçti. Şit aleyhisselam, oğlu Enûş’a, babası Âdem aleyhisselamın, Muhammed aleyhisselamın nûruyla ilgili olarak kendisine yaptığı vasiyeti yaptı ve Enûş’u yeryüzüne halîfe tâyin ederek vefat etti. Ömrünün dokuz yüz on iki veya dokuz yüz elli yâhut da dokuz yüz sene olduğu rivâyet edilmiştir. Peygamberliğininse, iki yüz seksen iki veya iki yüz on iki yâhut da iki yüz kırk iki sene olduğu rivâyet edilmiştir.

    Şit aleyhisselamdan sonra, çoğalarak yeryüzüne dağılan insanlar, zamanla doğru yoldan uzaklaşıp, çok azgınlık gösterdiler. Allahü teâlâ onlara İdrîs aleyhisselamı peygamber olarak gönderdi.

    Şit aleyhisselam Âdem aleyhisselamın öteki evlâtlarının hepsinden güzel ve fazîletliydi. Sûret ve sîrette yâni hâl ve yaşayışta tıpkı babasına benzediği için Âdem aleyhisselam onu diğer evlâtlarından çok severdi.

    İlk İnsan / İlk Peygamber
    Kur’ân-ı Kerim'de “Âdem” kelimesi, tek başına on yedi, isim tamlaması olarak da sekiz kez olmak üzere yirmi beş ayette geçmektedir.[1] Hz. Âdem’in (a.s.) kıssası; Kur’ân-ı Kerim’de Bakara, A’râf, İsrâ, Kehf, Tâhâ, Hicr ve Sa’d sûrelerinde, kısmen farklı üslûp ve ifadelerle anlatılmaktadır. Ancak bu farklı üslûp ve ifadeler arasında öylesine bir uyum vardır ki, hepsi birbirini tamamlar, güzelleştirir; ayrıntıları netleştirir, tekrarlarla kıssayı insanın zihninde tam bir açıklığa kavuşturur. Âdem, insanlığın atası ve babası anlamında Ebû’l-Beşer olarak isimlendirilirken, insanlık da Benî Âdem (Âdem’in çocukları) olarak adlandırılır.
    Hz. Âdem’in (A.S) Yaratılışı
    “Şüphesiz Allah katında (yaratılışları bakımından) Îsâ'nın durumu, Âdem’in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı. Sonra ona "ol" dedi. O da hemen oluverdi.”[2] Kur’ân-ı Kerim’e göre Hz. Âdem aleyhisselâmın yaratılışı diğer insanların yaratılışı gibi değildir. O, anne babası olmadan ve Allah’ın sonsuz kudretinin mûcizevî bir tecellisi olarak topraktan yaratılmıştır.
    Hz. Âdem’in yaratılış merhaleleri Kur'ân-ı Kerim'de bildirilmiştir. Yüce Allah büyük evreni çeşitli merhalelerden geçirerek yarattığı gibi küçük evren olan insanı da değişik evrelerden geçirerek yaratmıştır. Şöyle ki, Hz. Âdem ilk aşamada topraktan[3] sonra toprak su karışımı süzme balçıktan[4], üçüncü aşamada cıvık ve yapışkan çamurdan[5], dördüncü aşamada çamurdan süzülen bir özden[6], beşinci aşamada ise “salsâl” olarak nitelenen kuru çamurdan ve şekillenmiş balçıktan[7] yaratılmıştır. Bu olayın uzun bir zamana yayıldığı Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir:
                "İnsan henüz anılır bir şey değilken üzerinden uzunca bir zaman geçti."[8]
                Hz. Âdem’in yaratılış evrelerine bakarak canlıların kendi kendine ve değişik canlı türlerinden gelişerek var olduğunu savunan bir teoriyi; evrim teorisini çıkarmak mümkün değildir. Öncelikle bütün bu merhaleler boyunca henüz canlı bir organizma oluşmamıştır ve her bir aşama insanın oluşumunu hedefleyen bilinçli bir tercihi yansıtmaktadır. Bütün bu merhalelerin sonunda “ol” diyerek “olduran” ilâhî bir güç vardır. Her şeyi var eden O'dur. Çamurun kendi kendine bir insana dönüşmüş olduğunu düşünmek bile akla ihanettir.
                Hz. Âdem topraktan yaratılmış müstakil bir canlı türünün ilk atasıdır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s), “Allah, Âdem’i onun kendi suretinde (yani başka bir varlıktan evrimleştirerek değil, kendi insânî yapısında) yarattı”[9]buyurarak bu gerçeğe işaret etmiştir. Hz. Âdem diğer varlıkların aksine, sorumlu ve mükellef tutulan ve bunun için gerekli manevi, ahlâki, zihni ve psikolojik kabiliyetlerle donatılmış olarak yaratılmıştır.
                Hadis kaynaklarında da Hz. Âdem’in yaratılmasıyla ilgili çeşitli bilgiler vardır. Buna göre,"İnsanlar Âdem’in çocuklarıdır. Âdem ise topraktandır"[10] “Allah Teâlâ, Âdem’i yeryüzünün her tarafından aldığı bir tutam topraktan yaratmıştır. Bu sebeple âdemoğullarının, o toprakların özellikleri sebebiyle, bir kısmı kızıl, bir kısmı beyaz, bir kısmı siyah, bir kısmı da bu renklerin karışımındaki tonlarda; bir kısmı yumuşak, bir kısmı sert, bir kısmı iyi huylu, bir kısmı kötü huylu olarak (çeşitli kabiliyet ve karakterlerde) dünyaya gelmiştir.” [11]
                Hadislerde Hz. Âdem aleyhisselâmın Cuma günü yaratıldığı ve o günde Cennet’e konulduğu, yine bir Cuma günü Cennet’ten çıkarıldığı, tevbesinin o gün kabul edildiği ve aynı gün vefat ettiği haber verilmektedir.[12] Böylece Cuma günü, insanoğlunun varoluş serüveninde ve ilâhî rahmete nâil oluşunda çok önemli bir dönüm noktası olarak tebarüz etmektedir.
                Âdem Kelimesi
                Âdem kelimesinin, yeryüzünden süzülmüş toprak ürünü[13] [أديمالأرض anlamına gelen İbranice bir kelimeden türediğini savunanlar olduğu gibi aslen Arapça bir kelime olduğunu söyleyenler de vardır. Bazı âlimlere göre, değişik unsurların karışımından meydana geldiği için ilk insana Âdem ismi verilmiştir. Âdem kelimesinin özel bir isim olduğu görüşü de mevcuttur.
                Âdem (a.s)’a, insanlığın atası olması sebebiyle “Ebû’l-Beşer”, yeryüzünde halife kılındığı için de“Halifetullah” ismi verilmiştir. Kur’ân’da seçkin kullar arasında zikredildiğinden dolayı “Safiyyullah” olarak da isimlendirilir:
                “Şüphesiz Yüce Allah Âdem’i, Nûh’u ve İbrahim ailesini zamanlarındaki diğer insanlara tercih edip seçmiştir. Onlar bizim katımızda seçkin ve hayırlı kullardandı.”[14]
    Hz. Âdem’e Halifelik Verilmesi
                Âdem aleyhisselâm yaratılmadan önce Yüce Allah'ın iradesi melekler arasında yankılandı: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım."[15]
                Âdem aleyhisselâm, kendisine özel olarak bahşedilen aklını, iradesini ve ilmini kullanarak yeryüzünde, yaratılmışların üzerinde birtakım tasarruflarda bulunabilecekti. Orayı imar edecek, kâinatın hikmetini araştıracak, toprağa bürünmüş olan enerji kaynaklarını ve madenleri çıkaracak, onları işleyip yeni maddeler icat edecekti. Hz. Âdem’in şahsında temsil edilen insan, yeryüzünde bütün bu işleri ve asıl olarak da Allah’ın iradesinin hâkim kılınması görevini Allah'ın izniyle ortaya koyarak O'nun hilafetini gerçekleştirecekti.
                Hz. Âdem’in halife oluşu Allah'ın -hâşâ- ona muhtaç oluşundan kaynaklanan bir sorumluluk verme işi değil, bilakis yüce kudreti ve engin rahmetiyle ona bahşettiği bir şeref ve lütûftur. Bu şeref Hz. Âdem’in şahsında halifelik görevini kabul eden kadın-erkek bütün Âdem nesline şâmildir. Şerefi sonsuz, güç ve kudreti nihayetsiz olan Allah'ın, Hz. Âdem’i daha çamur bile değilken halifelikle onurlandırması, onun değerini öylesine arttırmıştır ki, melekler şaşkınlığa düşmüştür.
    Hz. Âdem, aynı anda doğan ikizleri, bir önce veya bir sonra doğan ikizlerle evlendiriyordu. Habil’le beraber doğan kız çirkin, Kabil’le birlikte doğan kız ise güzeldi. Bu durumda Hz. Âdem, Habil’in, Kabil’le beraber doğan kızla, Kabil’in de Habil’le beraber doğan kızla evlenmesini istedi. Fakat Kabil buna razı olmadı, kendisiyle doğan güzel kızı Habil’e vermek istemeyerek kendisi almak istedi. (bk. Taberi, İbn Kesir, Razî, Maide, 5/27. ayetin tefsiri)

    Hz. Âdem buna müsaade etmedi ve meseleyi Allah’a havale etti. Cenab-ı Hakk'tan gelen emir üzerine her ikisinin de Allah’a birer kurban takdim etmelerini, hangisinin kurbanı kabul edilirse Kabil’in bacısının ona ait olacağını söyledi. Bunun üzerine Kabil bir demet buğday, Habil de bir koyunu kurban olarak takdim etti. Gökten inen bir ateş Habil’in kurbanını aldı, Kabil’inki olduğu yerde kaldı. Bu durumda Habil haklı çıkmış ve kızı almaya hak kazanmıştı. Fakat Kabil iyice çileden çıkmıştı. Bu hâdise Kur’ân’da şöyle anlatılır:

    “Onlara Âdem’in iki oğluna dair haberi hak ile oku. Onlar birer kurban takdim ettiklerinde, birisinin kurbanı kabul olunmuş, diğeri kabul olunmamıştı. Kurbanı kabul olunmayan diğerine, ‘Ben seni öldüreceğim.’ dedi. O da,‘Allah ancak takva sahiplerinin kurbanını kabul eder.’diye cevap verdi."

    “Habil şöyle devam etti: ‘Eğer sen öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi kaldıracak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Dilerim ki, sen benim günahımı yüklenesin de, cehennem ateşinin ehlinden olasın. Bu da zalimlerin cezasıdır.' "

    “Sonra nefsi, kardeşini öldürmeyi ona kolay ve hoş gösterdi; o da kardeşini öldürüp hüsrana uğrayanlardan oldu. Sonra Allah, kardeşinin cesedini nasıl örteceğini göstermek için, ona, yeri eşeleyen bir kargayı gönderdi. Kabil, ‘Yazıklar olsun bana!’ dedi. ‘Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini örtemedim!’ Artık o yaptığına pişmanlık duyanlardan olmuştu.” (Mâide, 5/27-31)

    Hz. Âdem’in çocuklarının birbirleriyle evlenmelerinin dindeki yerine gelince; Hz. Âdem (as)’den Peygamber Efendimize (asm) gelinceye kadar bütün peygamberler hak dini tebliğ etmişlerdir. Dinin temeli olan îman esasları hep aynı kalmıştır. Fakat şeriat dediğimiz, ibadet ve dünyaya ait işlerde Hz. Âdem’den Peygamberimize kadar her devrin icaplarına, insanların ihtiyaçlarına göre bazı hükümler değişerek gelmiştir. Cenab-ı Hak her devrin insanının yaşayışını ve menfaatini gözeterek her ümmete ayrı bir şeriat göndermiştir. Mâide Sûresinin 48. âyetinde bu hususta, “Sizin her biriniz için Biz bir şeriat ve açık bir yol tayin ettik.” buyurulur.

    Meselâ, Yahudiler ancak havralarda, sinagoglarda, Hristiyanlar sadece kiliselerde ibadet edebilirlerken, biz Müslümanlar her yerde namaz kılabiliyoruz. Yine sığır ve koyun gibi hayvanların iç yağları Hz. Musa (as)’ın şeriatında haramken, bizim dinimizde helâldir.

    Hz. Âdem (as) ise ilk insan ve ilk peygamberdir.

    Allah ona da bir din ve bir şeriat göndermiş ve öğretmişti. O da Allah’ın kendisine gösterdiği şekilde hareket ediyordu. Cenab-ı Hak, Hz. Âdem’in çocuklarının birbirleriyle evlenmesini de bir zaruretten dolayı helâl kılmıştı. Çünkü insan neslinin artması gerekiyordu. Başka insan da olmadığına göre, bir zaruret olarak kardeşlerin birbirleriyle evlenmesi gerekiyordu. Bu âdet bir süre devam etti, fakat insanlar çoğalınca böyle bir evliliğe ihtiyaç ve zaruret kalmadı ve bu tatbikat da kalkmış oldu.

    Allah, nasıl ki Hz Adem'in eğe kemiğinden Hz Havva'yı O'na eş olarak yarattıysa, değişik seferde doğan bu kardeşleri de birbirine yabancı suretinde yaratabilir. Daha sonra ise insan nesli çoğaldı ve Allah bundan sonra farklı ikizlerden de olsa kardeş evlenmesini yasakladı.

    Bunun helal olması ise temelde Allah'ın emriyle alakalıdır. Çünkü bir işin kötü olması Allah'ın yasaklamasından dolayı, iyi olması da emretmesinden ya da serbest bırakmasından dolayıdır. Yani Allah emreder güzel olur, Allah yasak eder kötü olur. Esas olan da budur.

    Ayrıca, konuyla ilgili Nisa Suresi 1. Ayet kapsamında yapılmış farklı bir bakış açısı için aşağıdaki açıklamaları da okumanızı tavsiye ederiz:

    "Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan Rabbinize itaatsizlikten sakının. Adını anarak birbirinizden dilek ve istekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir."(Nisa, 4/1)

    Ayetin Tefsiri;

    Kur’ân-ı Kerîm’de “Ey insanlar!” hitabının hedef kitlesi yalnızca müminler değil, bütün insanlardır. Bu sebeple âyette “Allah’tan sakının” yerine“Rabbinizden sakının” meâlinde bir ifade kullanılmıştır. Çünkü insanların yaratıcı ile kulluk ilişkisine “Allah ve ilâh”, insan olarak yaratılma ve geliştirilme ilişkilerine ise rab ismi uygun düşmektedir. Zira bu isim, yaratmayı ve yaratılana belli özellikler içinde var oluş imkânı vermeyi ifade etmektedir.

    Hitabın, arkadan gelecek hükümler bakımından, hiçbir fark gözetmeksizin bütün insanları hedeflemiş olmasının ikinci delili de insanlar arasındaki ilişkilere -biri geniş, diğeri nisbeten dar olan- iki unsuru temel kılmış olmasıdır:

    a) Bütün insanların asıl maddesi, özü olan “nefis”,

    b) İlk rahimden (bütün insanların annesi olan Havvâ’nın rahminden) son rahime (her bir insanın annesinin rahmine) kadar gelen rahimler. Yaratanı bir, özü ve aslı bir, ilk oluşta anası babası bir, sonraki oluşlarda da soyu ve ailesi bir olan insanların yalnızca bu birlikten kaynaklanan birtakım hakları ve ödevleri (bu mânada insan hakları) olacaktır, olmalıdır; Nisâ sûresi de bu hakların ve ödevlerin önemli bir kısmını açıklamak üzere gönderilmiştir.

    Kur’an’da nefis (çoğulu enfüs), “insan, insanın veya başka bir şeyin kendisi, insanın hayatta iken insan olmasını sağlayan (insanın onun sayesinde, ona sahip olduğu için insan olduğu), ölünce de ebedî varlığını devam ettiren unsuru”mânalarında kullanılmıştır. Bazı âlimler, filozoflar ve sûfîler ruh ile nefsi aynı varlığın iki adı olarak açıklamışlar (meselâ bk. Gazzâlî, İhyâ’, III, 2 vd.), bazıları ise nefis ile ruhu farklı mahiyetler olarak tanımlamışlardır.

    İkinci tanımlamaya göre Allah Teâlâ her bir insan için tıpkı bedeni gibi bir de nefis yaratır, Şah Veliyyullah’ın “neseme” adını verdiği bu nefis, insanın hayatı boyunca yapıp ettiklerine göre mânevî bir yapı ve kişilere göre farklı özellikler kazanır. Ruh ise şahsî değil umumidir; tek bir enerji merkezinden gelip ampülleri aydınlatan elekrik gibidir ve ilâhîdir, Allah’a aittir, halk âlemine değil emir âlemine dahildir, nefis için Allah’ın rızâsına götüren yolu aydınlatır veya onu bu yola çeker.

    İnsanın tabiatında ve yapısında Allah’ın rızâsına aykırı yola çeken güçler de (heyecanlar, güdüler, ihtiyaçlar) vardır, ayrıca şeytanın da işi, insanı Allah yolundan saptırmaya çalışmaktır. İnsan (nefis), aldığı eğitim ve iradesi sayesinde bu iki çekim merkezi arasında mücadele ve imtihan vererek dünya hayatında kulluğunu ve tekâmülünü gerçekleştirmeye çalışır; “emmâre” (kötüye çeken, kötüyü emreden) nefis olmaktan kurtularak, “levvâme” (kendini tenkit eden, kınayan), “mülheme” (ilâhî ilhama mazhar olan), “mutmainne” (şüphelerden ve geçici zevk bağımlılığından kurtularak huzura eren), “râdıye” (Allah’ın takdirine razı olan), “merdıyye” (Allah’ın rızâsına mazhar olan) nefis basamaklarına veya derecelerine tırmanmak için çabalar (Şah Veliyyullah, et-Tefhîmâtü’l-ilâhiyye, I, 222; II, 216 vd.; Hüccetullâhi’l-bâliga, I, 38-40, 58-61).

    Âyette önce “sizi bir tek nefisten yaratan” denilmiş, sonra “ondan da eşini yaratan” buyurulmuştur; insanlardan her birinin babası ve anası bulunduğuna, her birey üreme kanunları çerçevesinde meydana geldiklerine göre burada“nefisten, ondan yaratan” sözünü “onun bir parçasından” (meselâ kaburgasından) şeklinde değil, “onun özünden, ona benzer (misli) olan asıldan ve kökten (buradaki ifadeye göre nefisten) yaratan” şeklinde anlamak gerekir. Nitekim “Onlara ısınıp kaynaşasınız diye size kendi türünüzden (nefislerinizden) eşler yaratıp aranıza sevgi ve şefkat duyguları yerleştirmesi de O’nun kanıtlarındandır” meâlindeki âyette de bu kelime aynı mânada kullanılmıştır (Rûm, 30 / 21). Nahl, 16 /72 ve Şûrâ, 42/11 sûrelerinde de benzer ifadeler vardır.

    Bütün bu âyetlerde “nefsinden yaratmak”, “vücudunun bir parçasından yaratmak” mânasında değildir. Buna göre meâli ve numaraları verilen âyetler, Havvâ’nın aslının, Âdem’in kaburgası olduğu şeklindeki yaygın inancın delili olamaz. Havvâ’nın veya kadınların eğri kaburgadan yaratıldığını ifade eden hadisler, kadınla erkeğin tabii (fıtrî) olan ve değişmemesi gereken farklılıklarını ve özelliklerini anlatmak üzere yapılmış bir benzetmedir, mecazî bir anlatımdır. Nitekim bazı rivayetlerde açıkça “Kadın kaburga gibidir.” buyurulmuştur(Buhârî, “Nikâh”, 79, 80; Müsned, V/151). Hadislere göre kadınları erkeklere benzetmeye, tabii özelliklerini yok etmeye kalkışmak, eğimli yaratılmış kaburga kemiğini düz hale getirmeye uğraşmak gibidir. Kaburga ancak kavisli olduğunda uygun, sağlam ve kâmildir, fonksiyonunu yerine getirir; düz olsaydı akciğerin şekline uymaz ve onu koruyamazdı. Şu halde onu düzeltmeye çalışmak bozmaya ve kırmaya çalışmak demektir.

    Âdem ile Havvâ yaratıldıktan sonra bunlardan birçok erkek ve kadının meydana getirildiği ve yeryüzüne dağıtıldığı ifade buyurulmaktadır. Bazı müfessirler dünyada yalnızca bir erkekle bir kadının bulunduğu bir zamanda bunların çocuklarının nasıl çocuk meydana getirebilecekleri üzerinde durmuş ve “birinci batında ikiz doğan bir erkek ve bir kızın, ikinci batında yine ikiz doğan bir kız ve bir erkekle evlendiklerini, o tarihte başka yolu bulunmadığı için Allah’ın farklı batınlarda doğan kardeşler arasında evlenmeyi câiz kıldığını" ifade etmişlerdir(Tabâtabâî, IV/146). Bize göre böyle bir tasavvur zaruri değildir; çünkü Allah Teâlâ’nın insanı nasıl yarattığını açıklayan âyetlerde topraktan, çamurdan, nefisten ve Allah’ın ruhundan üflemesiyle yaratıldığı kayıtları ve şekilleri vardır.

    Son şekil Hz. İsa (as)'ın yaratılmasıyla ilgilidir. Meryem, bir erkekle beraber olmadan Allah’ın ruhun dan üflemesi (Enbiyâ 21/91; Tahrîm 66/12) ve bunun açıklaması mahiyetinde olan “ruhun insan şekline bürünüp Meryem’e görünmesi”yle (Meryem, 19/17) hamile kalmış ve Allah’ın ona ulaştırdığı bir“kelimesi” (Nisâ, 4/171) olarak Hz. Îsâ’yı doğurmuştur.

    Kezâ Hz. Zekeriyyâ (as) bir zürriyet vermesi için Rabbine dua etmiş, rabbinin de duasını kabul ederek Yahyâ’yı ona vereceğini müjdelemesi üzerine “kendisinin yaşlandığını, eşinin de çocuktan kesildiğini” ifade ederek bunun nasıl olacağını"sormuştu. Rabbin ona cevabı şöyle olmuştur:

    “İşte böyle; Allah dilediğini yapar.” (Âl-i İmrân, 3/40);

    “... O, bana kolaydır; daha önce, sen hiçbir şey değilken seni de yaratmıştım.” (Meryem, 19/9).

    Hz. Âdem (as)’in yaratılmasında ana da yoktur baba da; Hz. İsa (as)'ın yaratılmasında yalnızca ana vardır; Hz. Yahyâ (as)’ın yaratılmasında ana ve baba vardır, fakat çocuk yapma kabiliyetleri mevcut değildir.

    Kur’ân-ı Kerîm’de ve sağlam rivayetlerde “kardeşlerin birbiriyle evlendikleri”bilgisi verilmediğine göre ilk yaratılan erkekle kadından birçok erkek ve kadının türetilmesinin nasıl olduğunun bilinmediğini, yukarıda zikredilen şekillerden birisine göre veya bir başka şekilde yaratma ve çoğaltmanın olabileceğini ifade etmek de mümkündür. (bk. Kur’an Yolu, Nisa Suresi 1. Ayetin tefsiri)

    HZ ADEM ALEYHİSSELAM

    İlk İnsan / İlk Peygamber
    Kur’ân-ı Kerim'de “Âdem” kelimesi, tek başına on yedi, isim tamlaması olarak da sekiz kez olmak üzere yirmi beş ayette geçmektedir.[1] Hz. Âdem’in (a.s.) kıssası; Kur’ân-ı Kerim’de Bakara, A’râf, İsrâ, Kehf, Tâhâ, Hicr ve Sa’d sûrelerinde, kısmen farklı üslûp ve ifadelerle anlatılmaktadır. Ancak bu farklı üslûp ve ifadeler arasında öylesine bir uyum vardır ki, hepsi birbirini tamamlar, güzelleştirir; ayrıntıları netleştirir, tekrarlarla kıssayı insanın zihninde tam bir açıklığa kavuşturur. Âdem, insanlığın atası ve babası anlamında Ebû’l-Beşer olarak isimlendirilirken, insanlık da Benî Âdem (Âdem’in çocukları) olarak adlandırılır.
    Hz. Âdem’in (A.S) Yaratılışı
    “Şüphesiz Allah katında (yaratılışları bakımından) Îsâ'nın durumu, Âdem’in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı. Sonra ona "ol" dedi. O da hemen oluverdi.”[2] Kur’ân-ı Kerim’e göre Hz. Âdem aleyhisselâmın yaratılışı diğer insanların yaratılışı gibi değildir. O, anne babası olmadan ve Allah’ın sonsuz kudretinin mûcizevî bir tecellisi olarak topraktan yaratılmıştır.
    Hz. Âdem’in yaratılış merhaleleri Kur'ân-ı Kerim'de bildirilmiştir. Yüce Allah büyük evreni çeşitli merhalelerden geçirerek yarattığı gibi küçük evren olan insanı da değişik evrelerden geçirerek yaratmıştır. Şöyle ki, Hz. Âdem ilk aşamada topraktan[3] sonra toprak su karışımı süzme balçıktan[4], üçüncü aşamada cıvık ve yapışkan çamurdan[5], dördüncü aşamada çamurdan süzülen bir özden[6], beşinci aşamada ise “salsâl” olarak nitelenen kuru çamurdan ve şekillenmiş balçıktan[7] yaratılmıştır. Bu olayın uzun bir zamana yayıldığı Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir:
                "İnsan henüz anılır bir şey değilken üzerinden uzunca bir zaman geçti."[8]
                Hz. Âdem’in yaratılış evrelerine bakarak canlıların kendi kendine ve değişik canlı türlerinden gelişerek var olduğunu savunan bir teoriyi; evrim teorisini çıkarmak mümkün değildir. Öncelikle bütün bu merhaleler boyunca henüz canlı bir organizma oluşmamıştır ve her bir aşama insanın oluşumunu hedefleyen bilinçli bir tercihi yansıtmaktadır. Bütün bu merhalelerin sonunda “ol” diyerek “olduran” ilâhî bir güç vardır. Her şeyi var eden O'dur. Çamurun kendi kendine bir insana dönüşmüş olduğunu düşünmek bile akla ihanettir.
                Hz. Âdem topraktan yaratılmış müstakil bir canlı türünün ilk atasıdır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s), “Allah, Âdem’i onun kendi suretinde (yani başka bir varlıktan evrimleştirerek değil, kendi insânî yapısında) yarattı”[9]buyurarak bu gerçeğe işaret etmiştir. Hz. Âdem diğer varlıkların aksine, sorumlu ve mükellef tutulan ve bunun için gerekli manevi, ahlâki, zihni ve psikolojik kabiliyetlerle donatılmış olarak yaratılmıştır.
                Hadis kaynaklarında da Hz. Âdem’in yaratılmasıyla ilgili çeşitli bilgiler vardır. Buna göre,"İnsanlar Âdem’in çocuklarıdır. Âdem ise topraktandır"[10] “Allah Teâlâ, Âdem’i yeryüzünün her tarafından aldığı bir tutam topraktan yaratmıştır. Bu sebeple âdemoğullarının, o toprakların özellikleri sebebiyle, bir kısmı kızıl, bir kısmı beyaz, bir kısmı siyah, bir kısmı da bu renklerin karışımındaki tonlarda; bir kısmı yumuşak, bir kısmı sert, bir kısmı iyi huylu, bir kısmı kötü huylu olarak (çeşitli kabiliyet ve karakterlerde) dünyaya gelmiştir.” [11]
                Hadislerde Hz. Âdem aleyhisselâmın Cuma günü yaratıldığı ve o günde Cennet’e konulduğu, yine bir Cuma günü Cennet’ten çıkarıldığı, tevbesinin o gün kabul edildiği ve aynı gün vefat ettiği haber verilmektedir.[12] Böylece Cuma günü, insanoğlunun varoluş serüveninde ve ilâhî rahmete nâil oluşunda çok önemli bir dönüm noktası olarak tebarüz etmektedir.
                Âdem Kelimesi
                Âdem kelimesinin, yeryüzünden süzülmüş toprak ürünü[13] [أديمالأرض anlamına gelen İbranice bir kelimeden türediğini savunanlar olduğu gibi aslen Arapça bir kelime olduğunu söyleyenler de vardır. Bazı âlimlere göre, değişik unsurların karışımından meydana geldiği için ilk insana Âdem ismi verilmiştir. Âdem kelimesinin özel bir isim olduğu görüşü de mevcuttur.
                Âdem (a.s)’a, insanlığın atası olması sebebiyle “Ebû’l-Beşer”, yeryüzünde halife kılındığı için de“Halifetullah” ismi verilmiştir. Kur’ân’da seçkin kullar arasında zikredildiğinden dolayı “Safiyyullah” olarak da isimlendirilir:
                “Şüphesiz Yüce Allah Âdem’i, Nûh’u ve İbrahim ailesini zamanlarındaki diğer insanlara tercih edip seçmiştir. Onlar bizim katımızda seçkin ve hayırlı kullardandı.”[14]
    Hz. Âdem’e Halifelik Verilmesi
                Âdem aleyhisselâm yaratılmadan önce Yüce Allah'ın iradesi melekler arasında yankılandı: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım."[15]
                Âdem aleyhisselâm, kendisine özel olarak bahşedilen aklını, iradesini ve ilmini kullanarak yeryüzünde, yaratılmışların üzerinde birtakım tasarruflarda bulunabilecekti. Orayı imar edecek, kâinatın hikmetini araştıracak, toprağa bürünmüş olan enerji kaynaklarını ve madenleri çıkaracak, onları işleyip yeni maddeler icat edecekti. Hz. Âdem’in şahsında temsil edilen insan, yeryüzünde bütün bu işleri ve asıl olarak da Allah’ın iradesinin hâkim kılınması görevini Allah'ın izniyle ortaya koyarak O'nun hilafetini gerçekleştirecekti.
                Hz. Âdem’in halife oluşu Allah'ın -hâşâ- ona muhtaç oluşundan kaynaklanan bir sorumluluk verme işi değil, bilakis yüce kudreti ve engin rahmetiyle ona bahşettiği bir şeref ve lütûftur. Bu şeref Hz. Âdem’in şahsında halifelik görevini kabul eden kadın-erkek bütün Âdem nesline şâmildir. Şerefi sonsuz, güç ve kudreti nihayetsiz olan Allah'ın, Hz. Âdem’i daha çamur bile değilken halifelikle onurlandırması, onun değerini öylesine arttırmıştır ki, melekler şaşkınlığa düşmüştür.
    Hz. Âdem, aynı anda doğan ikizleri, bir önce veya bir sonra doğan ikizlerle evlendiriyordu. Habil’le beraber doğan kız çirkin, Kabil’le birlikte doğan kız ise güzeldi. Bu durumda Hz. Âdem, Habil’in, Kabil’le beraber doğan kızla, Kabil’in de Habil’le beraber doğan kızla evlenmesini istedi. Fakat Kabil buna razı olmadı, kendisiyle doğan güzel kızı Habil’e vermek istemeyerek kendisi almak istedi. (bk. Taberi, İbn Kesir, Razî, Maide, 5/27. ayetin tefsiri)

    Hz. Âdem buna müsaade etmedi ve meseleyi Allah’a havale etti. Cenab-ı Hakk'tan gelen emir üzerine her ikisinin de Allah’a birer kurban takdim etmelerini, hangisinin kurbanı kabul edilirse Kabil’in bacısının ona ait olacağını söyledi. Bunun üzerine Kabil bir demet buğday, Habil de bir koyunu kurban olarak takdim etti. Gökten inen bir ateş Habil’in kurbanını aldı, Kabil’inki olduğu yerde kaldı. Bu durumda Habil haklı çıkmış ve kızı almaya hak kazanmıştı. Fakat Kabil iyice çileden çıkmıştı. Bu hâdise Kur’ân’da şöyle anlatılır:

    “Onlara Âdem’in iki oğluna dair haberi hak ile oku. Onlar birer kurban takdim ettiklerinde, birisinin kurbanı kabul olunmuş, diğeri kabul olunmamıştı. Kurbanı kabul olunmayan diğerine, ‘Ben seni öldüreceğim.’ dedi. O da,‘Allah ancak takva sahiplerinin kurbanını kabul eder.’diye cevap verdi."

    “Habil şöyle devam etti: ‘Eğer sen öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi kaldıracak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Dilerim ki, sen benim günahımı yüklenesin de, cehennem ateşinin ehlinden olasın. Bu da zalimlerin cezasıdır.' "

    “Sonra nefsi, kardeşini öldürmeyi ona kolay ve hoş gösterdi; o da kardeşini öldürüp hüsrana uğrayanlardan oldu. Sonra Allah, kardeşinin cesedini nasıl örteceğini göstermek için, ona, yeri eşeleyen bir kargayı gönderdi. Kabil, ‘Yazıklar olsun bana!’ dedi. ‘Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini örtemedim!’ Artık o yaptığına pişmanlık duyanlardan olmuştu.” (Mâide, 5/27-31)

    Hz. Âdem’in çocuklarının birbirleriyle evlenmelerinin dindeki yerine gelince; Hz. Âdem (as)’den Peygamber Efendimize (asm) gelinceye kadar bütün peygamberler hak dini tebliğ etmişlerdir. Dinin temeli olan îman esasları hep aynı kalmıştır. Fakat şeriat dediğimiz, ibadet ve dünyaya ait işlerde Hz. Âdem’den Peygamberimize kadar her devrin icaplarına, insanların ihtiyaçlarına göre bazı hükümler değişerek gelmiştir. Cenab-ı Hak her devrin insanının yaşayışını ve menfaatini gözeterek her ümmete ayrı bir şeriat göndermiştir. Mâide Sûresinin 48. âyetinde bu hususta, “Sizin her biriniz için Biz bir şeriat ve açık bir yol tayin ettik.” buyurulur.

    Meselâ, Yahudiler ancak havralarda, sinagoglarda, Hristiyanlar sadece kiliselerde ibadet edebilirlerken, biz Müslümanlar her yerde namaz kılabiliyoruz. Yine sığır ve koyun gibi hayvanların iç yağları Hz. Musa (as)’ın şeriatında haramken, bizim dinimizde helâldir.

    Hz. Âdem (as) ise ilk insan ve ilk peygamberdir.

    Allah ona da bir din ve bir şeriat göndermiş ve öğretmişti. O da Allah’ın kendisine gösterdiği şekilde hareket ediyordu. Cenab-ı Hak, Hz. Âdem’in çocuklarının birbirleriyle evlenmesini de bir zaruretten dolayı helâl kılmıştı. Çünkü insan neslinin artması gerekiyordu. Başka insan da olmadığına göre, bir zaruret olarak kardeşlerin birbirleriyle evlenmesi gerekiyordu. Bu âdet bir süre devam etti, fakat insanlar çoğalınca böyle bir evliliğe ihtiyaç ve zaruret kalmadı ve bu tatbikat da kalkmış oldu.

    Allah, nasıl ki Hz Adem'in eğe kemiğinden Hz Havva'yı O'na eş olarak yarattıysa, değişik seferde doğan bu kardeşleri de birbirine yabancı suretinde yaratabilir. Daha sonra ise insan nesli çoğaldı ve Allah bundan sonra farklı ikizlerden de olsa kardeş evlenmesini yasakladı.

    Bunun helal olması ise temelde Allah'ın emriyle alakalıdır. Çünkü bir işin kötü olması Allah'ın yasaklamasından dolayı, iyi olması da emretmesinden ya da serbest bırakmasından dolayıdır. Yani Allah emreder güzel olur, Allah yasak eder kötü olur. Esas olan da budur.

    Ayrıca, konuyla ilgili Nisa Suresi 1. Ayet kapsamında yapılmış farklı bir bakış açısı için aşağıdaki açıklamaları da okumanızı tavsiye ederiz:

    "Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan Rabbinize itaatsizlikten sakının. Adını anarak birbirinizden dilek ve istekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir."(Nisa, 4/1)

    Ayetin Tefsiri;

    Kur’ân-ı Kerîm’de “Ey insanlar!” hitabının hedef kitlesi yalnızca müminler değil, bütün insanlardır. Bu sebeple âyette “Allah’tan sakının” yerine“Rabbinizden sakının” meâlinde bir ifade kullanılmıştır. Çünkü insanların yaratıcı ile kulluk ilişkisine “Allah ve ilâh”, insan olarak yaratılma ve geliştirilme ilişkilerine ise rab ismi uygun düşmektedir. Zira bu isim, yaratmayı ve yaratılana belli özellikler içinde var oluş imkânı vermeyi ifade etmektedir.

    Hitabın, arkadan gelecek hükümler bakımından, hiçbir fark gözetmeksizin bütün insanları hedeflemiş olmasının ikinci delili de insanlar arasındaki ilişkilere -biri geniş, diğeri nisbeten dar olan- iki unsuru temel kılmış olmasıdır:

    a) Bütün insanların asıl maddesi, özü olan “nefis”,

    b) İlk rahimden (bütün insanların annesi olan Havvâ’nın rahminden) son rahime (her bir insanın annesinin rahmine) kadar gelen rahimler. Yaratanı bir, özü ve aslı bir, ilk oluşta anası babası bir, sonraki oluşlarda da soyu ve ailesi bir olan insanların yalnızca bu birlikten kaynaklanan birtakım hakları ve ödevleri (bu mânada insan hakları) olacaktır, olmalıdır; Nisâ sûresi de bu hakların ve ödevlerin önemli bir kısmını açıklamak üzere gönderilmiştir.

    Kur’an’da nefis (çoğulu enfüs), “insan, insanın veya başka bir şeyin kendisi, insanın hayatta iken insan olmasını sağlayan (insanın onun sayesinde, ona sahip olduğu için insan olduğu), ölünce de ebedî varlığını devam ettiren unsuru”mânalarında kullanılmıştır. Bazı âlimler, filozoflar ve sûfîler ruh ile nefsi aynı varlığın iki adı olarak açıklamışlar (meselâ bk. Gazzâlî, İhyâ’, III, 2 vd.), bazıları ise nefis ile ruhu farklı mahiyetler olarak tanımlamışlardır.

    İkinci tanımlamaya göre Allah Teâlâ her bir insan için tıpkı bedeni gibi bir de nefis yaratır, Şah Veliyyullah’ın “neseme” adını verdiği bu nefis, insanın hayatı boyunca yapıp ettiklerine göre mânevî bir yapı ve kişilere göre farklı özellikler kazanır. Ruh ise şahsî değil umumidir; tek bir enerji merkezinden gelip ampülleri aydınlatan elekrik gibidir ve ilâhîdir, Allah’a aittir, halk âlemine değil emir âlemine dahildir, nefis için Allah’ın rızâsına götüren yolu aydınlatır veya onu bu yola çeker.

    İnsanın tabiatında ve yapısında Allah’ın rızâsına aykırı yola çeken güçler de (heyecanlar, güdüler, ihtiyaçlar) vardır, ayrıca şeytanın da işi, insanı Allah yolundan saptırmaya çalışmaktır. İnsan (nefis), aldığı eğitim ve iradesi sayesinde bu iki çekim merkezi arasında mücadele ve imtihan vererek dünya hayatında kulluğunu ve tekâmülünü gerçekleştirmeye çalışır; “emmâre” (kötüye çeken, kötüyü emreden) nefis olmaktan kurtularak, “levvâme” (kendini tenkit eden, kınayan), “mülheme” (ilâhî ilhama mazhar olan), “mutmainne” (şüphelerden ve geçici zevk bağımlılığından kurtularak huzura eren), “râdıye” (Allah’ın takdirine razı olan), “merdıyye” (Allah’ın rızâsına mazhar olan) nefis basamaklarına veya derecelerine tırmanmak için çabalar (Şah Veliyyullah, et-Tefhîmâtü’l-ilâhiyye, I, 222; II, 216 vd.; Hüccetullâhi’l-bâliga, I, 38-40, 58-61).

    Âyette önce “sizi bir tek nefisten yaratan” denilmiş, sonra “ondan da eşini yaratan” buyurulmuştur; insanlardan her birinin babası ve anası bulunduğuna, her birey üreme kanunları çerçevesinde meydana geldiklerine göre burada“nefisten, ondan yaratan” sözünü “onun bir parçasından” (meselâ kaburgasından) şeklinde değil, “onun özünden, ona benzer (misli) olan asıldan ve kökten (buradaki ifadeye göre nefisten) yaratan” şeklinde anlamak gerekir. Nitekim “Onlara ısınıp kaynaşasınız diye size kendi türünüzden (nefislerinizden) eşler yaratıp aranıza sevgi ve şefkat duyguları yerleştirmesi de O’nun kanıtlarındandır” meâlindeki âyette de bu kelime aynı mânada kullanılmıştır (Rûm, 30 / 21). Nahl, 16 /72 ve Şûrâ, 42/11 sûrelerinde de benzer ifadeler vardır.

    Bütün bu âyetlerde “nefsinden yaratmak”, “vücudunun bir parçasından yaratmak” mânasında değildir. Buna göre meâli ve numaraları verilen âyetler, Havvâ’nın aslının, Âdem’in kaburgası olduğu şeklindeki yaygın inancın delili olamaz. Havvâ’nın veya kadınların eğri kaburgadan yaratıldığını ifade eden hadisler, kadınla erkeğin tabii (fıtrî) olan ve değişmemesi gereken farklılıklarını ve özelliklerini anlatmak üzere yapılmış bir benzetmedir, mecazî bir anlatımdır. Nitekim bazı rivayetlerde açıkça “Kadın kaburga gibidir.” buyurulmuştur(Buhârî, “Nikâh”, 79, 80; Müsned, V/151). Hadislere göre kadınları erkeklere benzetmeye, tabii özelliklerini yok etmeye kalkışmak, eğimli yaratılmış kaburga kemiğini düz hale getirmeye uğraşmak gibidir. Kaburga ancak kavisli olduğunda uygun, sağlam ve kâmildir, fonksiyonunu yerine getirir; düz olsaydı akciğerin şekline uymaz ve onu koruyamazdı. Şu halde onu düzeltmeye çalışmak bozmaya ve kırmaya çalışmak demektir.

    Âdem ile Havvâ yaratıldıktan sonra bunlardan birçok erkek ve kadının meydana getirildiği ve yeryüzüne dağıtıldığı ifade buyurulmaktadır. Bazı müfessirler dünyada yalnızca bir erkekle bir kadının bulunduğu bir zamanda bunların çocuklarının nasıl çocuk meydana getirebilecekleri üzerinde durmuş ve “birinci batında ikiz doğan bir erkek ve bir kızın, ikinci batında yine ikiz doğan bir kız ve bir erkekle evlendiklerini, o tarihte başka yolu bulunmadığı için Allah’ın farklı batınlarda doğan kardeşler arasında evlenmeyi câiz kıldığını" ifade etmişlerdir(Tabâtabâî, IV/146). Bize göre böyle bir tasavvur zaruri değildir; çünkü Allah Teâlâ’nın insanı nasıl yarattığını açıklayan âyetlerde topraktan, çamurdan, nefisten ve Allah’ın ruhundan üflemesiyle yaratıldığı kayıtları ve şekilleri vardır.

    Son şekil Hz. İsa (as)'ın yaratılmasıyla ilgilidir. Meryem, bir erkekle beraber olmadan Allah’ın ruhun dan üflemesi (Enbiyâ 21/91; Tahrîm 66/12) ve bunun açıklaması mahiyetinde olan “ruhun insan şekline bürünüp Meryem’e görünmesi”yle (Meryem, 19/17) hamile kalmış ve Allah’ın ona ulaştırdığı bir“kelimesi” (Nisâ, 4/171) olarak Hz. Îsâ’yı doğurmuştur.

    Kezâ Hz. Zekeriyyâ (as) bir zürriyet vermesi için Rabbine dua etmiş, rabbinin de duasını kabul ederek Yahyâ’yı ona vereceğini müjdelemesi üzerine “kendisinin yaşlandığını, eşinin de çocuktan kesildiğini” ifade ederek bunun nasıl olacağını"sormuştu. Rabbin ona cevabı şöyle olmuştur:

    “İşte böyle; Allah dilediğini yapar.” (Âl-i İmrân, 3/40);

    “... O, bana kolaydır; daha önce, sen hiçbir şey değilken seni de yaratmıştım.” (Meryem, 19/9).

    Hz. Âdem (as)’in yaratılmasında ana da yoktur baba da; Hz. İsa (as)'ın yaratılmasında yalnızca ana vardır; Hz. Yahyâ (as)’ın yaratılmasında ana ve baba vardır, fakat çocuk yapma kabiliyetleri mevcut değildir.

    Kur’ân-ı Kerîm’de ve sağlam rivayetlerde “kardeşlerin birbiriyle evlendikleri”bilgisi verilmediğine göre ilk yaratılan erkekle kadından birçok erkek ve kadının türetilmesinin nasıl olduğunun bilinmediğini, yukarıda zikredilen şekillerden birisine göre veya bir başka şekilde yaratma ve çoğaltmanın olabileceğini ifade etmek de mümkündür. (bk. Kur’an Yolu, Nisa Suresi 1. Ayetin tefsiri)

    Abdurrahman önül 2018 ilahileri

    2018 İLAHİLERİ

    23 Mart 2018 Cuma

    İman Nedir?

    İman sözlükte, ''bir kişiyi söylediği sözde tasdik etmek, doğrulamak, gönül huzuru ile benimsemek, güvenlikte olmak şüpheye yer vermeyecek biçimde içten yürekten inanmak'' anlamına gelir.

    Terim olarak ise, Hz. Peygamber'i, Allah Teala'dan getirdiği kesin olarak bilinen hükümlere (zarurat-ı diniyye) tasdik etmek, onun haber verdiği şeyleri tereddütsüz kabul edip bunları gerçek ve doğru olduğunu gönülden inanmak demektir.

    İmanın, bir kalp işi, kalbin tasdiki olduğunu gösteren ayet ve hadislerden bazıları şunlardır:

    ''Ey Peygamber, kalpleri iman etmediği halde, ağızlarıyla inandık diyenler ve yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin...'' (el-Maide 5/41)

    ''Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini islam'a açar...'' (el-En'am 6/125)

    ''Allah cennetlikleri cennete, cehennemlikleri cehenneme koyacak, sonra da bakın kalbinde hardal tanesi kadar imanı olan birisini bulursanız onu cehennemden çıkarın diyecektir'' (Buhari, ''İman'', 15; Müslim, ''İman'', 82).


    Görüldüğü üzere imanın esası, inanılacak şeyleri kalbin tastik etmesidir. Bir kimse diliyle inandığını söylese bile kalbiyle tastik etmezse mümin olamaz. Buna karşılık kalbiyle tastik edip inandığı halde, dilsizlik gibi bir özrü sebebiyle inancını diliyle açıklayamayan veya tehdit altında olduğu için kafir ve inançsız olduğunu söyleyen kimse de mümin sayılır. Bunun en belirgin örneği şu olaydır:

    Sahabilerden Ammar b. Yasir, Kureyş müşriklerinin ağır baskılarına ve ölüm tehditlerine dayanamayarak kalben inanmakla birlikte, diliyle müslüman olmadığını, Hz. Muhammed'in dininden çıktığı söylemiş, bu olay hakkında ayet-i kerime inere, Ammar'ın mümin bir kimse olduğunu belirtmiştir: ''Kalbi iman oldu olduğu halde (inkara) zorlanan kimse hariç kim iman ettikten sonra Allah'ı inkar ederse ve kim kalbini kafirliğe açarsa, işte Allah'ın gazabı onlaradır. Onlar için büyük bir azap vardır'' (en-Nahl 16/106).

    İman Nedir?

    İman Nedir?

    İman sözlükte, ''bir kişiyi söylediği sözde tasdik etmek, doğrulamak, gönül huzuru ile benimsemek, güvenlikte olmak şüpheye yer vermeyecek biçimde içten yürekten inanmak'' anlamına gelir.

    Terim olarak ise, Hz. Peygamber'i, Allah Teala'dan getirdiği kesin olarak bilinen hükümlere (zarurat-ı diniyye) tasdik etmek, onun haber verdiği şeyleri tereddütsüz kabul edip bunları gerçek ve doğru olduğunu gönülden inanmak demektir.

    İmanın, bir kalp işi, kalbin tasdiki olduğunu gösteren ayet ve hadislerden bazıları şunlardır:

    ''Ey Peygamber, kalpleri iman etmediği halde, ağızlarıyla inandık diyenler ve yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin...'' (el-Maide 5/41)

    ''Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini islam'a açar...'' (el-En'am 6/125)

    ''Allah cennetlikleri cennete, cehennemlikleri cehenneme koyacak, sonra da bakın kalbinde hardal tanesi kadar imanı olan birisini bulursanız onu cehennemden çıkarın diyecektir'' (Buhari, ''İman'', 15; Müslim, ''İman'', 82).


    Görüldüğü üzere imanın esası, inanılacak şeyleri kalbin tastik etmesidir. Bir kimse diliyle inandığını söylese bile kalbiyle tastik etmezse mümin olamaz. Buna karşılık kalbiyle tastik edip inandığı halde, dilsizlik gibi bir özrü sebebiyle inancını diliyle açıklayamayan veya tehdit altında olduğu için kafir ve inançsız olduğunu söyleyen kimse de mümin sayılır. Bunun en belirgin örneği şu olaydır:

    Sahabilerden Ammar b. Yasir, Kureyş müşriklerinin ağır baskılarına ve ölüm tehditlerine dayanamayarak kalben inanmakla birlikte, diliyle müslüman olmadığını, Hz. Muhammed'in dininden çıktığı söylemiş, bu olay hakkında ayet-i kerime inere, Ammar'ın mümin bir kimse olduğunu belirtmiştir: ''Kalbi iman oldu olduğu halde (inkara) zorlanan kimse hariç kim iman ettikten sonra Allah'ı inkar ederse ve kim kalbini kafirliğe açarsa, işte Allah'ın gazabı onlaradır. Onlar için büyük bir azap vardır'' (en-Nahl 16/106).

    22 Mart 2018 Perşembe


    HARİCİLİK


    Haricilik, dini ve siyasi konularda aşırı görüşleri ve faaliyetleri ile tanınan siyasi bir fırkadır. Bu fırkanın ilk temsilcileri, Hz Osman’ın şehid edilmesi sonrasında önce Hz Ali’yi desteklediler ve Muaviye’ye karşı onun tarafında savaştılar. Ancak bunlar, tahkim olayı (Hakem Olayı) ile birlikte gelişen olaylar neticesinde görüş deiştirerek Hz Ali’den ayrıldılar ve sonrasında başta Hz Ali olmak üzere tahkime katılan veya kabul edenleri eleştirip onlara cephe aldılar. Başlangıçta tamamen siyasi amaçla vuku bulan bu hareket kısa bir zaman sonra kendilerini haklı göstermek ve taraftar toplayabilmek için “Allah’tan başka hüküm verecek yoktur/ Hüküm, ancak Allah’a aittir’’ ayetini slogan olarak kullandılar. Böylece Haricilik, İslam düşüncesi tarihinde ortaya çıkan ilk siyasi-dini fırka olarak tarihteki yerini aldı.


    HARİCİ İSMİ NE ANLAMA GELİYOR ?

    Harici sözlükte (Ayrılan, İsyan Eden, Karşı Çıkan, Saf deiştiren) anlamındaki huruc kökünün sonuna nispet eki getirilmek suretiyle elde edilen bir sıfat isim olup çoğulu “Havariç” şeklindedir.
    Diğeri iseMuhalifleri tarafından verilen isim olup (İnsanlardan, Dinden, Haktan veya hz ali’den uzaklaşan ve yönetime karşı ayaklanarak cemaatten çıkan) anlamlarınada gelir.
    Diğer bir bilgi ise Muhaliflerin hariciler için kullandıkları diğer lakap ise “Marikadır” (Dinden Çıkan) anlamını taşır.
    Hurura denilen yerde karargah kurdular ve bu yere nispetle Harutiyye burada Abdullah bin vehb er rasibiui kendilerine lider seçtiklerinden dolayı ‘vehbiyye’ veya Rasibiyye diye de isimlendirirler.


    HARİCİLERİN DOĞUŞU VE OLUŞUMU

    Hariciler islamla tanışmadan önce göçebe bir hayat sürüyorlard islamı kabul ettikten sonra yavaş yavaş yerleşik hayata geçtiler.
    Nitekim Ridde savaşı sonrasında çöde yaşayan Temim, Rabia, Mudar, gibi bedevi kabileler fetihlerle birlikte. Kufe , basra ve mısır’da iskana zorlanmışlardır
    Bazı sebeplerden ötürü ise sert tabiatlı acımasız haşin gaddar isyankar ve çevresine uyum sağlıyamayan bir insan tipi olarak simgelemiştir.
    Önemli bir NOT- SIFFIN SAVAŞI (MUAVİYE İLE HZ ALİ ARASINDA OLMUŞTUR 657)
    Devam= Hz Ali muaviyeye barış ve biad çağrıları yapsada muaviye reddetir ve meydan savaşlarını başlattılar (28 Temmuz 657) Cuma günü üstünlüğün Hz Ali tarafına geçtiğini gören muaviye, Amr bin el as’ın teklifiyle askerlerine yanlarında bulunan Kur’an sayfalarını havaya kaldırarak, Iraklıları Kuranın hükmüne çağırmalarını emretti.

    Hariciler, sırf kendi görüşlerini paylaşmadığı için sahabelerden abdullah bin habbab ve hamile eşini öldürdüler. Ayrıca Muaviyeyi ve Hz Aliyi Tekfir etmiyenin kafir olduğunu ve bu sebepten ötürü öldürülmesi gerektiğini idda ettiler ve görüşlerine katılmayanlara hayat hakkı tanımayacaklarını ilan ettiler.

    Bu gibi sebeplerden dolayı Hz.Ali onların üzerine gitmeye karar verdi. 9 sefer38/ 17 temmuz 658’de nehrevanda yapılan savaşta Haricilerin bir kısmı tamamına yakın bir kısmı katledildi.
    Buradan kurtulup nuhayle’ye çekilen hariciler de geri dönmeyi kabul etmeyince aynı şekilde kılıçtan geçirildi.
    Ancak savaştan kaçıp kurtulan bazı Hariciler, Hz Ali!yi savaş meydanında yenemeyeceklerini anlayınca ona suikast düzenlemeye karar verdiler. Sonuçta Hz. Ali, Abdurrahman bin mülcem tarafından hançerlendi ve aldığı yaranın teesiriyle 21 Ramazan 40 (28 Ocak 661) Tarihinde şehid edildi. Hariciler hz alinin zamanında bir çok isyan çıkardılarsa başarılı olamadılar.

    EMEVİLER ZAMANINDA HARİCİLER

    Hariciler nerelerde baş göstermişti?

    Kufe, basra ırak ve çeşitli bölgelerdir.


    ''Basra hariciliği Nehrevan savaşından kurtulan Mis’ar bin fedeki et temimi tarafından kuruldu.''


    ABBASİ DÖNEMİNDE HARİCİLER

    Abbasiler dönem, Hariciler açısından pek hareketli deildir. Bazı istan girişimleri abbasi yönetimi yerinde müdahalelerle fırsat verilmemiştir. Bununla beraber ibaziyye koluna mensup olan Beni Rüstem, Tahert’te Rüsmeiler devletini kurmaya muvaffak oldu. Bu devlet, fatımiler tarafından ortadan kaldırılıncaya kadar varlığını sürdürmüştür. Ibaziyye dışındaki fırkaların abbasiler döneminde hemen hiçbir ciddi tehlike teşkil etmedikleri söylenebilir.
    İbaziyye ise Basra , Yemen, Hadramut, Uman, Kuzey afrika, ve mağrib’de hala varlığını sürdüren tek Harici fırkası olma özelliği taşımaktadır.


    EZARİKA

    Nafi b ezrak’a nispet edilen bu fırkaya göre cemel ve sıffın savaşlarına katılanlar ile hakemleri kabul edenler, kafir ve ebedi cehennemliktir. Ayrıca kendileri gibi düşünseler de kendileriyle birlikte kıyam etmeyen Hariciler de kafirdir. Muhaliflerinkadın ve çocuklarını öldürmek caizdir, recm cezası yoktur, takiyye (mezhebini gizleme, inancını gizleme) haramdır ve kebire (Kebair = büyük günah sahipleri) ebedi cehennemliktir. Ezari fırkası kendi döneminin en güçlü harici fırkasıdır ve en sert fırkasıdır.




    SUFRİYYE

    Abdullah bin asfar et Temimi’ye nispet edilen bu gruba göre günah işleyenlerin müşrik olduğu kabul edilmekle birlikte muhaliflerin kadın ve çocuklarını öldürmek caiz deildir. Bu grubun ortaya çıkış sürecinde Ezarika grubunun aşırı görüşlerinin belirleyici bir rolünün olduğu kabul edilir.
    Nitekim Nafi’ b. Ezrak’ın aşırı görüşleri Basra Harici cemaatinin iki ileri gelen ismi olan Abdullah b. es-Saffar ile Abdullah b. İbad arasında ihtilafa yol açmıştı.
    Abdullah b. İbad’a göre Basrada içlerinde yaşadıkları toplumun müşrik olmadığını sadece nimet ve hükümler karşısında nankör (Küffarun bi’n-niam ve’l ahkam) olduklarını bu yüzden kendi durumlarının da, müşrikler arasındaki Hz Peygamber’in durumu ile kıyaslanamayacağını söylüyordu.

    ACARİDE

    Abdulkerim b. Acred’in bağlılarından oluşan bu fırka fakirlerin çocukları hakkında büluğ çağına felip islam’ı kabul veya reddettirleri sabir olmadan hüküm verilemeyeceğini,Hariciler’in bulunduğu yere hicret etmenin farz deil fazilet olduğunu, hicret etmeyenlerin büyük günah işlemedikleri sürece mümin sayılması gerektiğini iler sürmüştür. Çoğu horasanlıdır.

    İBAZİYYE

    Abdullah b. İbaz’a nispet edilen bu fırka, büyük günah işleyenleri sadece nimete karşı nankörlük anlamında kafir sayar. Muhalif Müslüman grupların yaşadığı toprakları İslam ülkesi kabul ederek onlarla evlenmeyi ve miras intikalini meşru görür.

    Haricilik


    HARİCİLİK


    Haricilik, dini ve siyasi konularda aşırı görüşleri ve faaliyetleri ile tanınan siyasi bir fırkadır. Bu fırkanın ilk temsilcileri, Hz Osman’ın şehid edilmesi sonrasında önce Hz Ali’yi desteklediler ve Muaviye’ye karşı onun tarafında savaştılar. Ancak bunlar, tahkim olayı (Hakem Olayı) ile birlikte gelişen olaylar neticesinde görüş deiştirerek Hz Ali’den ayrıldılar ve sonrasında başta Hz Ali olmak üzere tahkime katılan veya kabul edenleri eleştirip onlara cephe aldılar. Başlangıçta tamamen siyasi amaçla vuku bulan bu hareket kısa bir zaman sonra kendilerini haklı göstermek ve taraftar toplayabilmek için “Allah’tan başka hüküm verecek yoktur/ Hüküm, ancak Allah’a aittir’’ ayetini slogan olarak kullandılar. Böylece Haricilik, İslam düşüncesi tarihinde ortaya çıkan ilk siyasi-dini fırka olarak tarihteki yerini aldı.


    HARİCİ İSMİ NE ANLAMA GELİYOR ?

    Harici sözlükte (Ayrılan, İsyan Eden, Karşı Çıkan, Saf deiştiren) anlamındaki huruc kökünün sonuna nispet eki getirilmek suretiyle elde edilen bir sıfat isim olup çoğulu “Havariç” şeklindedir.
    Diğeri iseMuhalifleri tarafından verilen isim olup (İnsanlardan, Dinden, Haktan veya hz ali’den uzaklaşan ve yönetime karşı ayaklanarak cemaatten çıkan) anlamlarınada gelir.
    Diğer bir bilgi ise Muhaliflerin hariciler için kullandıkları diğer lakap ise “Marikadır” (Dinden Çıkan) anlamını taşır.
    Hurura denilen yerde karargah kurdular ve bu yere nispetle Harutiyye burada Abdullah bin vehb er rasibiui kendilerine lider seçtiklerinden dolayı ‘vehbiyye’ veya Rasibiyye diye de isimlendirirler.


    HARİCİLERİN DOĞUŞU VE OLUŞUMU

    Hariciler islamla tanışmadan önce göçebe bir hayat sürüyorlard islamı kabul ettikten sonra yavaş yavaş yerleşik hayata geçtiler.
    Nitekim Ridde savaşı sonrasında çöde yaşayan Temim, Rabia, Mudar, gibi bedevi kabileler fetihlerle birlikte. Kufe , basra ve mısır’da iskana zorlanmışlardır
    Bazı sebeplerden ötürü ise sert tabiatlı acımasız haşin gaddar isyankar ve çevresine uyum sağlıyamayan bir insan tipi olarak simgelemiştir.
    Önemli bir NOT- SIFFIN SAVAŞI (MUAVİYE İLE HZ ALİ ARASINDA OLMUŞTUR 657)
    Devam= Hz Ali muaviyeye barış ve biad çağrıları yapsada muaviye reddetir ve meydan savaşlarını başlattılar (28 Temmuz 657) Cuma günü üstünlüğün Hz Ali tarafına geçtiğini gören muaviye, Amr bin el as’ın teklifiyle askerlerine yanlarında bulunan Kur’an sayfalarını havaya kaldırarak, Iraklıları Kuranın hükmüne çağırmalarını emretti.

    Hariciler, sırf kendi görüşlerini paylaşmadığı için sahabelerden abdullah bin habbab ve hamile eşini öldürdüler. Ayrıca Muaviyeyi ve Hz Aliyi Tekfir etmiyenin kafir olduğunu ve bu sebepten ötürü öldürülmesi gerektiğini idda ettiler ve görüşlerine katılmayanlara hayat hakkı tanımayacaklarını ilan ettiler.

    Bu gibi sebeplerden dolayı Hz.Ali onların üzerine gitmeye karar verdi. 9 sefer38/ 17 temmuz 658’de nehrevanda yapılan savaşta Haricilerin bir kısmı tamamına yakın bir kısmı katledildi.
    Buradan kurtulup nuhayle’ye çekilen hariciler de geri dönmeyi kabul etmeyince aynı şekilde kılıçtan geçirildi.
    Ancak savaştan kaçıp kurtulan bazı Hariciler, Hz Ali!yi savaş meydanında yenemeyeceklerini anlayınca ona suikast düzenlemeye karar verdiler. Sonuçta Hz. Ali, Abdurrahman bin mülcem tarafından hançerlendi ve aldığı yaranın teesiriyle 21 Ramazan 40 (28 Ocak 661) Tarihinde şehid edildi. Hariciler hz alinin zamanında bir çok isyan çıkardılarsa başarılı olamadılar.

    EMEVİLER ZAMANINDA HARİCİLER

    Hariciler nerelerde baş göstermişti?

    Kufe, basra ırak ve çeşitli bölgelerdir.


    ''Basra hariciliği Nehrevan savaşından kurtulan Mis’ar bin fedeki et temimi tarafından kuruldu.''


    ABBASİ DÖNEMİNDE HARİCİLER

    Abbasiler dönem, Hariciler açısından pek hareketli deildir. Bazı istan girişimleri abbasi yönetimi yerinde müdahalelerle fırsat verilmemiştir. Bununla beraber ibaziyye koluna mensup olan Beni Rüstem, Tahert’te Rüsmeiler devletini kurmaya muvaffak oldu. Bu devlet, fatımiler tarafından ortadan kaldırılıncaya kadar varlığını sürdürmüştür. Ibaziyye dışındaki fırkaların abbasiler döneminde hemen hiçbir ciddi tehlike teşkil etmedikleri söylenebilir.
    İbaziyye ise Basra , Yemen, Hadramut, Uman, Kuzey afrika, ve mağrib’de hala varlığını sürdüren tek Harici fırkası olma özelliği taşımaktadır.


    EZARİKA

    Nafi b ezrak’a nispet edilen bu fırkaya göre cemel ve sıffın savaşlarına katılanlar ile hakemleri kabul edenler, kafir ve ebedi cehennemliktir. Ayrıca kendileri gibi düşünseler de kendileriyle birlikte kıyam etmeyen Hariciler de kafirdir. Muhaliflerinkadın ve çocuklarını öldürmek caizdir, recm cezası yoktur, takiyye (mezhebini gizleme, inancını gizleme) haramdır ve kebire (Kebair = büyük günah sahipleri) ebedi cehennemliktir. Ezari fırkası kendi döneminin en güçlü harici fırkasıdır ve en sert fırkasıdır.




    SUFRİYYE

    Abdullah bin asfar et Temimi’ye nispet edilen bu gruba göre günah işleyenlerin müşrik olduğu kabul edilmekle birlikte muhaliflerin kadın ve çocuklarını öldürmek caiz deildir. Bu grubun ortaya çıkış sürecinde Ezarika grubunun aşırı görüşlerinin belirleyici bir rolünün olduğu kabul edilir.
    Nitekim Nafi’ b. Ezrak’ın aşırı görüşleri Basra Harici cemaatinin iki ileri gelen ismi olan Abdullah b. es-Saffar ile Abdullah b. İbad arasında ihtilafa yol açmıştı.
    Abdullah b. İbad’a göre Basrada içlerinde yaşadıkları toplumun müşrik olmadığını sadece nimet ve hükümler karşısında nankör (Küffarun bi’n-niam ve’l ahkam) olduklarını bu yüzden kendi durumlarının da, müşrikler arasındaki Hz Peygamber’in durumu ile kıyaslanamayacağını söylüyordu.

    ACARİDE

    Abdulkerim b. Acred’in bağlılarından oluşan bu fırka fakirlerin çocukları hakkında büluğ çağına felip islam’ı kabul veya reddettirleri sabir olmadan hüküm verilemeyeceğini,Hariciler’in bulunduğu yere hicret etmenin farz deil fazilet olduğunu, hicret etmeyenlerin büyük günah işlemedikleri sürece mümin sayılması gerektiğini iler sürmüştür. Çoğu horasanlıdır.

    İBAZİYYE

    Abdullah b. İbaz’a nispet edilen bu fırka, büyük günah işleyenleri sadece nimete karşı nankörlük anlamında kafir sayar. Muhalif Müslüman grupların yaşadığı toprakları İslam ülkesi kabul ederek onlarla evlenmeyi ve miras intikalini meşru görür.

    MU’TEZİLE MEZHEBİ

    Mu’tezile, İslam toplumu bünyesinde 2/7. Asırsa ortaya çıkan, itikadi meselelerin yorumunda akla ve iradeye öncelik tanıyan, “Tevhid, Adalet, Vaad-Vaid, El menzile beyne’l-menzileteyn ve emri bil mağruf prensiplerini (usul-i hamse) mezhebin temel esasları olarak kabul eden, itikadi ve siyasi gayelerle zuhur etmiş bir kelam mezhebidir. Bu sebeple Mu’tezile ekolü İslam düşünce tarihinde kelami-felsefi tartışmalarla tanınmıştır.
    -------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
    Mu’tezile adını ilk defa ne zaman ve kimler için kullanıldığı konusunda kaynaklarda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bir anlayışa göre “i’tizal” kelimesi, Hz.Ali-Muaviye çekişmesi yahut Hz. Hasan’nın hilafeti Muaviye’ye bırakması üzerine “hiçbir gruba katılmayan, tarafsız kalanlar” için kullanılmış ve söz konusu gruplara “Mu’tezile” denmiştir. Diğer bir anlayışa göre ise Mu’tezile ismi, aşırı uçlardan uzak durduklarını ifade etmek için mezhebin kendi mensuplarınca tercih edilmiştir. Ancak buradaki ”Mu’tezile” isimlendirilmesi sözlük anlamında kullanılmış olup, bununla itikadi bir farklılaşma deil, siyasi anlamda bir tarafsızlık kastedirmiştir.
    Bazı alimle Mu’tezile mensuplarını, kaderi tartışmaya açıp ankar ettikleri veya kulun kendi fiillerini yaratmaya kadir olduğunu söyledikleri için kaderiyye, Cehm b. Safvan’dan etkilendikleriiçin Cehmiyye: “ALLAH şerri yaratmaz.” Dedikleri için Seneviyye ve Mecusiyye; tövbe etmeden ölenlerin bağışlanmıyacağını söyledikleri için Vaidiyye; Allah’a bazı kadim sıfatları nispet etmek ten kaçındıkları için Myattıla olarak da adlandırılmışlardır. Ancak Mu’tezile alimleri bu isimleri reddetmiş, kendileri için “Mu’tezile” isminin yanı sıra (Ashabu’l-adl ve’t-Tevhid, Adliyye, Ehl-i adl,Ehl-i hak, El-Fırkatü’n-naciye) gibi adlar kullanmayı tercih etmişlerdir.

    Ekolün teşekkül sürecinde etkili olan alimlerin başında mezhebin kurucusu kabul edilen Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd gelmektedir. Bunların, “el menzile beynel menzileteyn” esası başta olmak üzere bazı görüşleri ortaya atmışlar ise de, bu görüşlerin düzenli bir sistem haline gelmesi Ebu-l Hüzeyl-el Allaf, Bişr b. Mu’temir, İbrahim en-Nezzam gibi önemli alimlerin elinde gerçekleşmiştir.

    Abbasiler devrinde Mu’tezile mezhebi Basra ve Bağdat kollarına ayrılmış, bu kollar zamanla iki okul haline dönüşmüştür. Her iki okul da beş esası kabul etmekle birlikte ayrıntıda faklı görüşler benimsemiştir. Bu ekoller mensup alimlerin bazılarının künyeleri şöyledir.

    KADI ABDULCEBBAR’ ULULİ HAMSE’DEN BİRİNE DAHİ MUHALEFET EDENİN BAZEN KAFİR, BAZAN FASIK, BAZAN DA MUHTİ (HATALI) OLACAĞINI KAYDEDER.

    Basra Ekolüne Mensup Bazı Alimler


    1-) Vasıl b. Ata
    2-) Amr b. Ubeyd
    3-) Ebü’l Hüzeyl el allaf
    4-) Ebu Bekir El Esam
    5-) Muammer b. Abbad
    6-) İbrahim en-Nazzam
    7-) Cahiz
    8-) Ebu Ali El Cübbai
    9-) Ebu Haşim El Cübbai
    10-) Kadı Abdulcebbar


    --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

    Bağdat Ekolüne Mensup Bazı Alimler


    1-) Bişr b. Mu’temir
    2-) Sümame b. Eşres
    3-) Cafer b. Mübeşşir
    4-) Ahmed b. Ebu Duad
    5-) Ebu Cafer el-İskafi
    6-) Ebü’l Hüseyin el-Hayyat
    7-) Ebü’l Kasım el-Ka’bi


    --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

    BASRA OKULU

    Bu okulun ilk temsilcisi, mezhebin kurucusu da kabul edilen Vasıl b. Ata’dır. Vasıl mezhebin tevhid, menzile beynel menzileteyn ve emri bil maruf nehiy anil münker, halefi Amr b. Ubeyd ise adalet, vaad ve vaid esaslarını geliştirmiş olmakla beraber Mu’tezile’nin usul-i hamseden oluşan inanç sisteminin teşekkülü Ebü-l Hüzeyl el-Allaf’ın el-Usulü’l-hamse adlı kitabıyla tamamlanmıştır.
    Cahizin Basranın kültürel havasını solumuş olması ayrıca bağdatta bulunmuştur. El-beyan vet-tebyin, Kitabul hayavan, Resailül-cahiz,Kitabul-buhala, kitabul-Usmaniyye onun bazı eserleridir.
    Özellikle Mu’tezilenin faziletlerini anlattığı Faziletül Mu’tezile adlı eseri meşhurdur.

    EL MENZİLE BEYNEL MENZİLETEYN (İKİ MEVKİ ARASI)


    Mu’tezile de yaygın olan anlayışlardan biridir bu kavram büyük günah işleyen bir müslümanın ne mümin ne de kafir olduğunu, bu ikisi arasında bir yerde bulunduğunu ve bu günahından tövbe etmediği taktirde ebedi olarak cehenneme gideceğini, ama cezanının kafirlerden daha hafif olacağını ifade eder. Bu esas büyük günah işleyen müminin küfrü gerektiren bir inkarda bulunmadığı için kafir olmacağı gibi, işlediği günah sebebiyle imanda da kalamayacağı, bu sebepten El menzile beynel menzileteyn ( iki mevki arası) bir yerde bulunacağı şeklinde açıklanmakta ve Mu’tezile bu kişiyi “Fasık” diye nitelendirmektedir onlara göre fasık tövbe etmeden öldüğü takdirde ebediyyen cehennemde kalacaktır.
    Bu görüşü İse Vasıl b. Ata ortaya atmıştır.
    El menzile beynel menzileteyn önemine binaen Mutezile ekolüne “Menaziliyye” adı dahi verilmiştir.

    Vaad ve Vaid Esası (Mükafat ve Ceza Verme Sözü)
    Bu esasta geçen vaad sözcüğünden maksat, yaptığı iyilikten dolayı gelecekte bir kimseye bir faydanın ulaştırılacağını veya ondan bir zararın giderileceğini bildiren haber; vaid’den baksat ise yaptığı bir kötülükten dolayı kişinin bir zarara uğrayacağını yahut faydadan mahrum bırakılacağını içeren haberdir.
    Mu’tezileye göre vaad , Allah’ın iyilik yapanları Kur’an ‘da söz verdiği şekilde mutlaka mükafatlandırması ve bu hususta sözünden asla dönmemesidir. Vaid de kötülük yapanlar ve günah işleyenler için belirlemiş olduğu cezaları mutlak uygulaması ve bu husustaki tehdidinden asla vazgeçmemesidir.
    Halbuki diğer islam meheplerine göre Allah vaadinden asla dönmez, ancak vaidinden dilerse dönebilir ve kötülük yapanları dilerse affedebilir.

    Emr bil maruf ve’n-neyh anil münker (iyiliği emredip kötülükten sakındırmak)
    Mu’tezile’ye göre her Müslüman iyiliği emredip kötülükten sakındırması zorunlu bir görevdir. İmkan dahilinde her Müslüman bu görevi yerine getirmeli; el,dil veya kılıçla/silahla kötülüklerden insanları sakındırmalıdır. Mu’tezililer, ilk zamanlar bu esası uygulayarak Berahime, Mecusilik, Yahudilik,Hristitanlık gibi dinlere; Mücessime, Müşebbihe, Rafizilik, zındıklık gibi mezhep ve akımlara karşı islamı savunmuşturlarbu amaçla Horosan ve Maveraünnehire kadar gitmişlerdir.

    Tevhid

    Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir ve tek olduğunu kabul etme anlamına gelen tevhid, usul-i hamsenin temelini teşkil eder. Mu’tezile mensuplarının tevhid konusuna yaptıkları bu vurgu olnarın özellikle sıfatlarla ilgili duyarlılıklarından kaynaklanmaktadır. Çünkü onların döneminde İslami çevrede oluşan gruplardan Sıfatiyye, Allahın zatından ayrı kadim/ezeli manalar olarak zatı sıfatlara sahip olduğunu söylüyor; Haşviyye Ona makam cismiyet gibi maddi manalar nispet ediyor, Batınıye ise Allahın sonradan olmuş (hadis) zatı sıfarlara sahip bulunduğunu savunuyordu. Öte yandan Hristiyan camiasında aslında tek olan Tanrının üç uknum halinde düşünüldüğü, dolayısıyla uknumlardan her birinin kadim manalarına tekabül ettiği ileri sürülüyordu.

    Adl (Adalet)

    Mu’tezile’ye göre adl, Allah’ın iyi (hasen) fiilleri işlemesi, kötü (kabih) fiilerin meydana gelmesinde etkisinin bulunmamasıdır. Bunun anlamı Allahın her türlü kötü işten, sevap, fayda gibi şeyleri terk etmekten, maslahata ayrıkırı ve çirkin yolla insanları kulluğa çağırmaktan münezzeh olması; Dolayısıyla insanların işlediği kötü fiillerin Allah tarafından yaratılması caiz deildir. Allah insana eylem gerçekleşrieme gücünü önceden vermiş olup kişi hürriyetini kullanarakistediğini yapar.

    MU’TEZİLE MEZHEBİ

    MU’TEZİLE MEZHEBİ

    Mu’tezile, İslam toplumu bünyesinde 2/7. Asırsa ortaya çıkan, itikadi meselelerin yorumunda akla ve iradeye öncelik tanıyan, “Tevhid, Adalet, Vaad-Vaid, El menzile beyne’l-menzileteyn ve emri bil mağruf prensiplerini (usul-i hamse) mezhebin temel esasları olarak kabul eden, itikadi ve siyasi gayelerle zuhur etmiş bir kelam mezhebidir. Bu sebeple Mu’tezile ekolü İslam düşünce tarihinde kelami-felsefi tartışmalarla tanınmıştır.
    -------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
    Mu’tezile adını ilk defa ne zaman ve kimler için kullanıldığı konusunda kaynaklarda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bir anlayışa göre “i’tizal” kelimesi, Hz.Ali-Muaviye çekişmesi yahut Hz. Hasan’nın hilafeti Muaviye’ye bırakması üzerine “hiçbir gruba katılmayan, tarafsız kalanlar” için kullanılmış ve söz konusu gruplara “Mu’tezile” denmiştir. Diğer bir anlayışa göre ise Mu’tezile ismi, aşırı uçlardan uzak durduklarını ifade etmek için mezhebin kendi mensuplarınca tercih edilmiştir. Ancak buradaki ”Mu’tezile” isimlendirilmesi sözlük anlamında kullanılmış olup, bununla itikadi bir farklılaşma deil, siyasi anlamda bir tarafsızlık kastedirmiştir.
    Bazı alimle Mu’tezile mensuplarını, kaderi tartışmaya açıp ankar ettikleri veya kulun kendi fiillerini yaratmaya kadir olduğunu söyledikleri için kaderiyye, Cehm b. Safvan’dan etkilendikleriiçin Cehmiyye: “ALLAH şerri yaratmaz.” Dedikleri için Seneviyye ve Mecusiyye; tövbe etmeden ölenlerin bağışlanmıyacağını söyledikleri için Vaidiyye; Allah’a bazı kadim sıfatları nispet etmek ten kaçındıkları için Myattıla olarak da adlandırılmışlardır. Ancak Mu’tezile alimleri bu isimleri reddetmiş, kendileri için “Mu’tezile” isminin yanı sıra (Ashabu’l-adl ve’t-Tevhid, Adliyye, Ehl-i adl,Ehl-i hak, El-Fırkatü’n-naciye) gibi adlar kullanmayı tercih etmişlerdir.

    Ekolün teşekkül sürecinde etkili olan alimlerin başında mezhebin kurucusu kabul edilen Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd gelmektedir. Bunların, “el menzile beynel menzileteyn” esası başta olmak üzere bazı görüşleri ortaya atmışlar ise de, bu görüşlerin düzenli bir sistem haline gelmesi Ebu-l Hüzeyl-el Allaf, Bişr b. Mu’temir, İbrahim en-Nezzam gibi önemli alimlerin elinde gerçekleşmiştir.

    Abbasiler devrinde Mu’tezile mezhebi Basra ve Bağdat kollarına ayrılmış, bu kollar zamanla iki okul haline dönüşmüştür. Her iki okul da beş esası kabul etmekle birlikte ayrıntıda faklı görüşler benimsemiştir. Bu ekoller mensup alimlerin bazılarının künyeleri şöyledir.

    KADI ABDULCEBBAR’ ULULİ HAMSE’DEN BİRİNE DAHİ MUHALEFET EDENİN BAZEN KAFİR, BAZAN FASIK, BAZAN DA MUHTİ (HATALI) OLACAĞINI KAYDEDER.

    Basra Ekolüne Mensup Bazı Alimler


    1-) Vasıl b. Ata
    2-) Amr b. Ubeyd
    3-) Ebü’l Hüzeyl el allaf
    4-) Ebu Bekir El Esam
    5-) Muammer b. Abbad
    6-) İbrahim en-Nazzam
    7-) Cahiz
    8-) Ebu Ali El Cübbai
    9-) Ebu Haşim El Cübbai
    10-) Kadı Abdulcebbar


    --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

    Bağdat Ekolüne Mensup Bazı Alimler


    1-) Bişr b. Mu’temir
    2-) Sümame b. Eşres
    3-) Cafer b. Mübeşşir
    4-) Ahmed b. Ebu Duad
    5-) Ebu Cafer el-İskafi
    6-) Ebü’l Hüseyin el-Hayyat
    7-) Ebü’l Kasım el-Ka’bi


    --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

    BASRA OKULU

    Bu okulun ilk temsilcisi, mezhebin kurucusu da kabul edilen Vasıl b. Ata’dır. Vasıl mezhebin tevhid, menzile beynel menzileteyn ve emri bil maruf nehiy anil münker, halefi Amr b. Ubeyd ise adalet, vaad ve vaid esaslarını geliştirmiş olmakla beraber Mu’tezile’nin usul-i hamseden oluşan inanç sisteminin teşekkülü Ebü-l Hüzeyl el-Allaf’ın el-Usulü’l-hamse adlı kitabıyla tamamlanmıştır.
    Cahizin Basranın kültürel havasını solumuş olması ayrıca bağdatta bulunmuştur. El-beyan vet-tebyin, Kitabul hayavan, Resailül-cahiz,Kitabul-buhala, kitabul-Usmaniyye onun bazı eserleridir.
    Özellikle Mu’tezilenin faziletlerini anlattığı Faziletül Mu’tezile adlı eseri meşhurdur.

    EL MENZİLE BEYNEL MENZİLETEYN (İKİ MEVKİ ARASI)


    Mu’tezile de yaygın olan anlayışlardan biridir bu kavram büyük günah işleyen bir müslümanın ne mümin ne de kafir olduğunu, bu ikisi arasında bir yerde bulunduğunu ve bu günahından tövbe etmediği taktirde ebedi olarak cehenneme gideceğini, ama cezanının kafirlerden daha hafif olacağını ifade eder. Bu esas büyük günah işleyen müminin küfrü gerektiren bir inkarda bulunmadığı için kafir olmacağı gibi, işlediği günah sebebiyle imanda da kalamayacağı, bu sebepten El menzile beynel menzileteyn ( iki mevki arası) bir yerde bulunacağı şeklinde açıklanmakta ve Mu’tezile bu kişiyi “Fasık” diye nitelendirmektedir onlara göre fasık tövbe etmeden öldüğü takdirde ebediyyen cehennemde kalacaktır.
    Bu görüşü İse Vasıl b. Ata ortaya atmıştır.
    El menzile beynel menzileteyn önemine binaen Mutezile ekolüne “Menaziliyye” adı dahi verilmiştir.

    Vaad ve Vaid Esası (Mükafat ve Ceza Verme Sözü)
    Bu esasta geçen vaad sözcüğünden maksat, yaptığı iyilikten dolayı gelecekte bir kimseye bir faydanın ulaştırılacağını veya ondan bir zararın giderileceğini bildiren haber; vaid’den baksat ise yaptığı bir kötülükten dolayı kişinin bir zarara uğrayacağını yahut faydadan mahrum bırakılacağını içeren haberdir.
    Mu’tezileye göre vaad , Allah’ın iyilik yapanları Kur’an ‘da söz verdiği şekilde mutlaka mükafatlandırması ve bu hususta sözünden asla dönmemesidir. Vaid de kötülük yapanlar ve günah işleyenler için belirlemiş olduğu cezaları mutlak uygulaması ve bu husustaki tehdidinden asla vazgeçmemesidir.
    Halbuki diğer islam meheplerine göre Allah vaadinden asla dönmez, ancak vaidinden dilerse dönebilir ve kötülük yapanları dilerse affedebilir.

    Emr bil maruf ve’n-neyh anil münker (iyiliği emredip kötülükten sakındırmak)
    Mu’tezile’ye göre her Müslüman iyiliği emredip kötülükten sakındırması zorunlu bir görevdir. İmkan dahilinde her Müslüman bu görevi yerine getirmeli; el,dil veya kılıçla/silahla kötülüklerden insanları sakındırmalıdır. Mu’tezililer, ilk zamanlar bu esası uygulayarak Berahime, Mecusilik, Yahudilik,Hristitanlık gibi dinlere; Mücessime, Müşebbihe, Rafizilik, zındıklık gibi mezhep ve akımlara karşı islamı savunmuşturlarbu amaçla Horosan ve Maveraünnehire kadar gitmişlerdir.

    Tevhid

    Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir ve tek olduğunu kabul etme anlamına gelen tevhid, usul-i hamsenin temelini teşkil eder. Mu’tezile mensuplarının tevhid konusuna yaptıkları bu vurgu olnarın özellikle sıfatlarla ilgili duyarlılıklarından kaynaklanmaktadır. Çünkü onların döneminde İslami çevrede oluşan gruplardan Sıfatiyye, Allahın zatından ayrı kadim/ezeli manalar olarak zatı sıfatlara sahip olduğunu söylüyor; Haşviyye Ona makam cismiyet gibi maddi manalar nispet ediyor, Batınıye ise Allahın sonradan olmuş (hadis) zatı sıfarlara sahip bulunduğunu savunuyordu. Öte yandan Hristiyan camiasında aslında tek olan Tanrının üç uknum halinde düşünüldüğü, dolayısıyla uknumlardan her birinin kadim manalarına tekabül ettiği ileri sürülüyordu.

    Adl (Adalet)

    Mu’tezile’ye göre adl, Allah’ın iyi (hasen) fiilleri işlemesi, kötü (kabih) fiilerin meydana gelmesinde etkisinin bulunmamasıdır. Bunun anlamı Allahın her türlü kötü işten, sevap, fayda gibi şeyleri terk etmekten, maslahata ayrıkırı ve çirkin yolla insanları kulluğa çağırmaktan münezzeh olması; Dolayısıyla insanların işlediği kötü fiillerin Allah tarafından yaratılması caiz deildir. Allah insana eylem gerçekleşrieme gücünü önceden vermiş olup kişi hürriyetini kullanarakistediğini yapar.

    Her Gün Bir Ayet Bir Hadis.

    BİR HADİS
    “Hiçbiriniz, yanında mahremi bulunmayan bir kadınla baş başa kalmasın.” Hadis-i Şerif [Buhârî, Nikâh 111, Cihâd 140; Müslim, Hac 424. Ayrıca bk. Tirmizî, Radâ’ 16, Fiten 7.]
    BİR AYET
    Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla ᅠᅠ Ey Ademoğulları! Her mescitde ziynetinizi takının (güzel ve temiz giyinin). Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü o, israf edenleri sevmez (A'raf:31)

    Katkıda bulunanlar

    YAYINLARIMIZA GÖZ ATIN

    İnsan Bir Amaç İçin mi Yaratıldı

    İnsanın yaratılmasında bir amaç varmıdır yoksa kendi kendine bu dünya ile bereber rastgele mi oluştu? Ne kadar güzel bir soru aklın bile a...

    Duyuru

    Sitemize Hoşgeldiniz! İlmihal,ilahi,kasideler,dualar vb islami bilgileri bulabilirsiniz. Görüş ve önerilerinizi bize msj atarak belirtebilirsiniz.

    back to top